Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Bazı üniversite rektörleri, sınavda iyi derece yapan öğrencileri arayıp, "bizi tercih etmeniz şart değil; gelin üniversitemizi tanıyın, imkânlarımızı görün, kararınızı sonra verirsiniz" diyorlarmış.

Başarılı çocuklar için gurur verici elbette; peki, üniversiteye girip giremeyeceği muallâkta, orta seviyede bir öğrenci böyle haberleri okuyunca, "ben doğarken ölmüşüm"den gayrı ne düşünür?

Plağın tersini de dinleyelim: Devlet bugün çıkıp, "üniversiteye yerleştiremediğimiz öğrencilerimizi maden ocaklarında veya yol çalışmalarında istihdam ediyoruz" diyebilse nasıl bir manzarayla karşılaşırdık dersiniz? En azından eğitimimizin bir temel felsefeye, bir yönlendirici fikre dayanıp dayanmadığını öğrenebilirdik böylece. Çok garip, çok ilginç! Türkiye'de kimse felsefeye metelik vermez ama felsefesizlik bizi omurgasız bırakmıştır: Cumhuriyet'in en değerli, en mühim projesi milli eğitimdi; iflâs noktasındadır! Kezâ, devletin rüknü yerindeki Adliye cihazımız da "müdîr" bir felsefeden mahrumdur; Avrupalı olmakla güvenlik ihtiyaçları arasında serseme dönmüş bir dizi kanun çıkardık; bir bir elimizde patlıyor!

Geçelim.

Başarıyı ödüllendirmek ilk önce câzip, hatta tabii bir fikir gibi görünüyor ama millî ve yaygın eğitimi yönetenlerin böyle bir lüksü olabilir mi? Milli eğitimin maksadı, harika çocuklar yetiştirmek değil ki; eğitimi yaygınlaştırmak, vasat zekâ ve kabiliyete sahip olanları eğitim süreçlerine sokmak, bu esnada onların vasıflarını yükseltmek, hayata hazırlamak, en azından vasatî seviyede donanımla seçecekleri kulvarda yürümelerini kolaylaştırmak.

Türkiye şartlarında bir öğrencinin tabii eğilimlerine uygun bir eğitim programı görme hakkı yok gibi bir şey. Alfabeden başlayarak bütün ortaöğretim hayatı, üniversite kazanmak üzerine yönlendiriliyor. Kontenjanlar mahdut olduğu için evladı üniversite kazanamayan aileler çaresizlik ve panik içinde; geriye dönme imkânları yok. Evlatlarına destek olmak için, "Bir daha, bir kere daha dene, belki başarılı olursun" telkininden başka yapabilecekleri bir şey kalmamış. Kız öğrenciler için üniversite eğitimi görüp, iş bulamasa bile kağıt üstünde meslek sahibi gibi görünmek, hayata atılmanın, hatta aile kurmanın asgari şartı haline getirildi. Erkek öğrenciler için durum daha feci; onlar için üniversite eğitiminden mahrum kalmak, bütün ürkütücülüğü ile toplumsallaşamamak anlamına geliyor; işsiz, mesleksiz, itibarsız ve ümitsiz bir hayatın eşiğinde karmakarışık duygularla bekliyorlar. Sistem onlara, "sana fırsat verdik; başaramadın, kaderine razı ol" diyor. Geriye dönüş imkânları yoktur. Ne meslek bilgisi, ne dünya görgüsü, ne edebî zevk, ne analiz ve sentez kabiliyeti, ne bir yabancı dil; lise eğitimi uğruna tabii yatkınlıklarını da bastırmış ve görmezden gelmişlerdir.

Bizim eğitim sistemimiz eğitimli vasıfsızlar yetiştirmekten başka işe yaramıyor; asıl kitleye hitab edebilmek, onların ihtiyaçlarını karşılayabilmek noktasında âcizdir; bu sistem sadece başarılı çocuklara, "şampiyonlara" bakarak kendini ibrâ edebiliyor.

Çâre şudur: Orta ve yüksek eğitimi yeniden düzenlemek ve kalite çıtasını "zorlayıcı" derecede yükseltmek. Lisenin son sınıfındaki üniversite sınavını ortadan kaldırmak; üniversiteye geçişi ortaöğretim performansına bağlamak; ortaöğretimi ise son derece iyi planlanmış ve güçlendirilmiş bir mesleki eğitim ile takviye etmek.

Bu sistem çocukları boşluğa sürüklüyor; hayatın en enerjik safhasında gayesiz ve fonksiyonsuz bırakıp bunalıma sokuyor; üstelik kaliteli eğitim verdiğini de kimse iddia edemez. Türkiye'de "eğitimli"lerin cehâleti, ümmîlerin bilgisizliğini aratacak derecede vahim ve bulanık bir problemdir.

Laikliğin kırkbir tefsiri kadar şu eğitim işini de dedikodu malzemesi etseydik şüphesiz işe yarardı.