Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Depremin nasıl oluştuğunu çocuklar bile bizden daha iyi biliyor: İnce kabuğu üstünde tuttuğu suyun, arzın üçte ikisini kaplaması yüzünden fezâdan mavi görünen gezegenimizin içi akışkan ateşle (mağma) dolu.

Üzerinde hayata imkân veren ince bir taş kabuk tabakası var ve bu sert kabuk, üstünde yüzdüğü mağma ummânı üzerinde önceden öngörülemeyen aralıklarla birbirine sürtünüyor, aşağı yukarı, sağa sola hareket ediyor; neticesi irili ufaklı sayısız deprem.

Depremin nasıl olduğuna şaşırmamalı, bu kararsız gibi görünen yapı içinde asıl niçin olmadığına hayret etmek lâzım.

Büyük coğrafya atlası dediğimiz iri kıyım harita kitaplarının başlarında yeryüzünün kesitini gösteren hayali çizimler vardır; el altında, göz önünde durduğu için bu kabil bilgileri sıradan buluyoruz; sıradanlık, farkedilmeyiş demektir; yokluk değil. Bir mucizevi strüktürün üzerinde yaşıyoruz fakat mahiyetine bilim yoluyla kısmen nüfuz edebildiğimiz mucizeleri artık mucize saymamak gibi bir eğilimimiz var. Gözlenebilen feza içinde üstünde yaşadığımız yerkürenin bir benzerine henüz tesadüf edilemedi. Bilebildiğimiz kadarıyla adına "hayat" dediğimiz varoluş biçimi, ilmi verilere göre son derece tesâdüfi, son derece istisnai bir ârıza. Uzayın kapladığı hacim, istatistik tablolarına aktarılsa, bizim anladığımız türde hayatın varlığı hesaba katılmayacak derecede minicik bir sıklet tutar.

Biyolojik hayat, nadir istisnalar dışında belirli ısı aralıkları arasında mümkün olabiliyor, diyelim ki -40 ile 40 arasında seksen derecelik bir aralık. Halbuki üzerinde yaşadığımız taş kabuk plakaların hemen 30-40 km derininde hararet binlerle ifade edilen rakamlara ulaşıyor. Dünyayı saran hava kabuğunun dışında ise -200'lere varabilen soğukluk hakim. Bebekler gibiyiz; altımız tandır, üstümüz buz damı ve biz ikisinin arasında itina ile korunmuş daracık bir alanda yaşayabiliyoruz; insan denilen mahlûkun iç kliması ise pek nânemolla; vücut ısısının üç derece artışı veya iki derece düşüşü ölümle sonuçlanabiliyor.

Bilinen şeyler, ortaokul bilgisi bunlar; bilinen, daha doğrusu bilindiği zannedilen şeyler üzerindeki umursamazlığımızın bizatihi kendisi de mucize çapında hadisedir; kısaca "gaflet" deyip geçtiğimiz bir şey.

"O dev dalgalar, burada da olur mu?"; epistemik ehliyetlerini vaktiyle kerrât ile isbat etmiş (!) deprem uzmanları, kesif bilginin kaşarlandırdığı bir güven edâsıyla "olmaz" diyorlar; "ora nire, bura nire?"; ferahlıyoruz. Bilimi hemşireye benzetebilir miyiz: Teselli edici yönü var; acıları dindiriyor, kısmen tedavi ediyor, rahatlatıcı izahlar yapıyor; mütesellî olmanın lâyıkıyla bilmekten daha değerli olduğunu kabul etmeliyiz.

İnsan soyu, iflâhsız, şifâ bulmaz bir mucize tüketicisidir (soğurucu demeliydim belki de); bir mucize tekrarlanmaya görsün, onu hemen bilimin nesnesi yapar ve meseleyi aşmış sayarız kendimizi; şu veya bu teori ile izah edilebiliyorsa, şairin "homo sum.." mısrânın ucundan tutunur, onu insânileştirir, anlaşılanlar sınıfına koyar ve rahatlarız. Kalabalıklar böyle mütesellî olur; "mutmain" olmak başka bir rızâ makamı. Okuyucu "Türkçesini yaz" diye sıkıştırır durur; bunun daha Türkçesi yok; "rızâ makamı" denilince odur; mutmain olmayı tatminle karıştırırsanız yandınız, ayrı fiil ve hallere ayrı kelimeler lâzım. Adam parasının çoğalmasını ister de daha çok yaşamak ve anlamak için daha çok kelime edinmenin lüzumuna inanmaz.

Sadede gelelim; asrî zamanların en dramatik aktörü bilim adamlarıdır; onlar bizim falcılarımız, büyücülerimiz, üfürükçülerimiz, sihirbazlarımız, ermişlerimiz. Mucizeler, onların dolaplarında sıradan birer şey haline geliyor o şeyler, dolabı ne zaman sarsmaya başlasa, "hoca n'ooluyor?" diye eteklerine yapışıveriyoruz.

Fala inanma; falsız da kalma ve trajedini sırtında taşı!