Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Gazetemizin iki kıymetli yazarı tarafından sürdürülmekte olan İslâmcılık münazarasına dahil olmak emelim yok; esasen her iki yazar dostumun İslâmcılık konusundaki akademik birikimleri yanında benim bildiklerim zekât keçisi gibi kalır.

Üstelik polemikten hazetmediğimi biliyorsunuz. İki sebeble: polemik yapanları takbih mânâsında söylemiyorum, Türkiye'de kaliteli polemik yürütmek için gerekli insâni ve entelektüel vasıfların pek hasis dağıtılmış olduğunu zannediyorum. Bizde polemikçilik genellikle, ikinci adımdan itibaren "Bu herifin bana ne gıcığı var ki hakkımda yazıp duruyor?" vehmini kışkırttığı için, "Ben de senin..., zaten senin de filan konuda kırık-çıkığın yok mudur?" şirretliğine dönüşür. İkinci sebep şöyle: Diyalektik metodun ruhu, farklı vechelerini hatırlatmak yoluyla gerçeğin tanınır hale gelmesi için iki yönlü gayret sarfetmektir; birbirinin açığını kollamak değil. Polemikte iki tarafın da en azından, "Gerçeği görürsem tanır ve teslim olurum" kabulüyle münakaşada bulunması lazımdır ve bana göre doğruyu bulmak için her zaman ille de polemik yapmak gerekmez; bilen birisine sorulur, bir kitaba bakılır veya tek başına tefekkür edilir vb...

O güzelliği teslim ediyoruz hemen, iki Zaman yazarının yürüttüğü polemik kalitesini hiç kaybetmedi, bu esnada okuyucular çok şey öğreniyorlar ve her iki yazar da birbirine "İkna olursam sana şükran duyarım" nezaketini esirgemediler. Matbuat tarihimizde böylesi azdır, kadrini bilelim.

Bu uzun, kesif ve esasen gereksiz dibâceden sonra sözü nereye getireceğimi kestirmiş olmalısınız. Polemiğe dahil olmadan ve meydanı yine erbabına bırakmak kaydıyla konu hakkında kendi düşüncelerimi biraz pata-küte bir edâ ile ifade etmek istiyorum.

Bu fakîre göre Müslüman olmak, İslâmcı olmaktan çok kesin ve bedihi bir şekilde çok daha üstün bir şuur, çok daha faik bir oluş halidir. Müslüman olmak, ahlâkî bir programı takib etmeyi seçtiğimizin ifadesidir. Dini ahlâktan ibaret saymıyorum, ahlâkın din içindeki vazgeçilmez merkezî yerini vurgulamak istiyorum, çünkü Cenab-ı Hak, Resul'ünü öyle tavsif etmişti: "Gerçekten sen, pek büyük bir ahlâk üzeresin." (Kalem Sûresi 4)

Bu ne demektir; şöyle anlıyorum: Müslüman, karşılaştığı meselelerde, varlığına belkemiği veya kaburga gibi geçirdiği ahlâki umdeleri harekete geçirir, onlara danışır, tepkilerini onlara göre belirler, böyle problem çözer. Bu vechesiyle "Müslüman" genel isimdir, ezelî ve ebedidir; tarih dışıdır.

İslâmcılık, "tarihi" bir tepkidir; zaman içinde bazı Müslümanların öfke ve çaresizlikle kabzesine sarıldığı "en yakınında" durduğu için arandığına eline değen bir savunma silahıdır; bir siyasi programdır; onun ana vasfı siyasi bir program oluşudur ve esasen bu akımın varlığı, siyasi ihtiyaçlarla kaim ve anlamlıdır.

İslâm tarihini şöyle okuyor ve anlıyorum: -Büyük harfle- Müslümanlar, problemle göğüs göğüse geldiklerinde, Müslüman olmanın kazandırdığı şuur ve ahlâk değerleriyle kendilerine bir yol tayin ediyorlardı; Müslümanlığa ve İslâm tecrübesine bir siyasi program gibi bakmıyorlardı. Bu yaklaşım, Müslümanların tarihte hep isabetli şeyler yaptıkları mânâsına gelmiyor ve esasen İslâmcılığın bir siyasi program halinde XIX. yüzyıldan itibaren âniden revaç görmesinin sebebi de budur. Bazı Müslümanlar "Aziz-i vakt" oldukları zamanlarda kendi değerlerinden ve ahlaki standartlarından memnun idiler; zelîl olduklarında İslâm'ı bir siyasi program şekline getirmek akıllarına geldi.

Müslüman olmakla İslamcı olmak arasında fark yok gibi görmeyenler olabilir; şu fark vardır ama: Siyaset de, tıpkı teknoloji veya endüstri devrimi gibi kendi ahlâkını icad eder ve onunla yürür. Müslüman olmak ise insanın, kendi tabiatının hilâfına Allah korkusu ile meydan okumasıdır. Müslümanlık suları yokuşa akıtmak, tarihi de özel bir paranteze almaktır; çünkü Müslüman, gayesi itibariyle ahlâkî insandır; ne homo economicus, ne homo politicus: Homo Eticus! Onun yeryüzündeki vazifesi zafere vâsıl olmak değil, seferde, seferi disiplinde sebat etmektir.

Neydi o âyet, neydi; dilimin ucunda... buldum: İsrâ Sûresi 37.

"Yeryüzünde böbürlenerek yürüme; çünkü sen ne yeri yarabilirsin, ne dağlara boyca erişebilirsin."