Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Öteden beri dilimiz alışmış; nerede ne zaman bir şeyler ters gitse hükûmetten bilir ona yükleniriz.

Gayet mâkul ve anlaşılır bir refleks bu; çünkü kendimi bildim bileli Türkiye'de parlamenter sistem uygulanır. Anayasa'da nezâketen “yürütmenin başı cumhurbaşkanıdır” yazsa da, göreviyle ilgili karar ve eylemlerinde sorumsuzdur, yürütmeyle ilgili eylem ve işlemlerinden Başbakan ve ilgili bakan sorumlu tutulur parlamenter sistemde. Alışkanlık eseri hükûmeti eleştirmeden önce bir lâhza duralım: çünkü önemli bir mâzereti var hükûmetin…

Davulu hükümetin boynuna asıp çomağı Cumhurbaşkanı'nın eline vermek şeklinde özetlenebilecek bu benzersiz tuhaflık yeni bir icat. Şimdiye kadar parlamenter sistemde hükûmet-Cumhurbaşkanlığı ilişkileri şöyle yürüyordu: Cumhurbaşkanları (Aynen Sayın Gül ve diğer seleflerinin davrandığı gibi), tarafsızlık yemini gereğince 104. maddede sayılanlar hariç sair yürütme işlerinde hükûmete karışmazlar, itirazlarını ya sempatik yollarla veya AYM'ye itirazda bulunarak ifade ederlerdi. Bu sadece bir teâmül değil, Anayasa'nın çizdiği bir çerçeve. 12. Cumhurbaşkanı defalarca bu çerçevenin dışına taşacağını, hatta daha ileri gideceğini söylediği için herkes bunu ciddiye aldı fakat işi, reisicumhurluk forsunun üstünden muhalefet liderlerine alenen saydırmaya, hükûmet adına politik angajmanlara girişmeye kadar vardıracağına kimse ihtimâl vermedi.

Türkiye'de siyasi muhalefet, birilerinin kendine saydırmasına alışıktır, yani Sayın Erdoğan, muhalefete verip veriştirdi diye kimsenin kimyâsı bozulmaz, anayasa krizi filan da çıkmaz; nitekim çıkmadı işte lâkin daha fena bir şey oluyor; hükûmet fena halde araya gidiyor. Nasıl söyleyelim, başbakanlık makamının imajı değişti, karikatürlere konu olmaya başladı. Eskiden Türkiye'yi Başbakan ve Bakanlar Kurulu yönetirdi, şimdi pratikte Cumhurbaşkanlığı'nın sekretaryası durumuna geldiler. Hükûmetlerin eskiden cumhurbaşkanlarına karşı aynı fikirde olmasalar bile, en asabi anlarda bile muhafaza edilen (bkz. 21 Şubat 2001'deki anayasa kitapçığı krizi) bir ‘saygı' mesafesi olurdu. Bu anayasayı kaleme alanları şöyle-böyle olmakla itham edebiliriz fakat hükümetle CB arasındaki anayasal mesafeyi sıfırlayan bu derin aşk, bu enteresan meclûbiyet ve hattâ ‘fenâ fi'l-Erdoğan' bağıntısını, yani liderin varlığında kendini yok edecek derecede tutkulu fart-ı muhabbet vaziyetini öngöremedikleri için suçlamak haksız olur. (Bu arada yeri gelmişken haber vereyim; yukarıdaki meclûbiyet, fart-ı muhabbet gibi pek duymadığınız güzel kelimelerin mânâsını öğrenmek için kubbealtilugati.comadresini tıklarsanız, kelimelerin anlamıyla birlikte cümle içinde nasıl kullanıldığını da öğreneceksiniz. Bu iyiliğimi unutmamanızı recâ ederim.)

Sadede gelelim; anayasa yazıcıları bu durumu nasıl tahmin edebilirlerdi ki? İşte o yüzden alışkanlık eseriyle hükûmeti eleştirmeye geçmeden önce, başbakanlığa tayin olunduğu günden başlamak üzere hükûmet üyelerine ve başbakana yeni bir kredi sayfası açılmasını teklif ediyorum ve bu satırları tam bir kemâl-i ciddiyetle kaleme alıyorum zirâ Türkiye'de olup bitenler hakkında henüz ‘hükûmetin irâdesi' diyebileceğimiz netlikte bir eylemle karşılaşmış değiliz. Her gün, her fırsatı değerlendirip olmazsa fırsatlar ihdâs ederek hükûmete ‘siyâset' dikte eden bir cumhurbaşkanına karşı hükûmetin nezâket ve vefâdarlık ötesinde nasıl bir mesafe koyabileceğine dair bir devlet teâmülümüz bulunmuyor. Nezâket ve vefâ, siyasi hukukun tarif etmediği bir kavram olduğuna göre hükûmete rüşdünü ve isbat için bir şans verilmesini elzem görüyorum. Hâl-i hâzırdaki başbakan ve kabine üyelerinin, yukarıda tarife çalıştığım bu tuhaf fiilî durum karşısında hoşnutluk duyduklarını, “böyle iyi oluyor, reis bize yapacak iş bırakmıyor; biz de öteden beri zaman bulamadığımız şahsî hobilerimize dönebiliriz” diye düşündüklerini zannetmiyorum…

Vallahi ciddiyim; kendinizi bir an başbakanın yerine koyunuz, çekilir iş midir efendiler?