Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Rüyasında Efendimiz'i görenlerin O'nu dünya gözüyle görmüş gibi sayıldığını biliyordu; bu nükteyi hatırlayınca kalbine sevinç doldu. Gözleri yaşardı. Gördüklerini yeniden hatırlayarak zihnine nakşetmeye çalıştı. Fakat!

Siz bu satırları okuduğunuzda ben -nasip olursa- büyük ihtimalle iki cihan serveri "Efendimiz"in yurdunda olacağım. İçimde bu ziyaretin heyecanı gittikçe büyürken, uğurlama ziyaretleri esnasında, devrin meddahı sayılacak ölçüde hoşsohbet bir dostumun, kendi aramızda "Molla Kaasım" kod adıyla zikrettiğimiz bir arkadaşın anlattığı menkıbeyi sizlerle paylaşmak istedim. Ümid ederim ki hayra ve güzelliğe vesile olur.


Evvel zaman içinde bir İbrahim Efendi vardı; İbrahim Efendi vâriyetli adamdı. Variyetli olmak kolay lakin vâriyetin hakkını vermek o nisbette zor. İbrahim Efendi vâriyetinin hakkını verenlerdendi. Kapısına gelenin eli boş döndüğü olmazdı.

Günün birinde İbrahim Efendi hâline gidişatına baktı. "Artık vaktidir" diye düşündü; hanımına danıştı ve hanesinde o gün bir bayram şenliği oldu. Sadece ailesiyle değil ticarethanesinde çalışan, kapı ahalisine dahil olan bilcümle efradıyla birlikte Hacc'a gidilecekti. Ertesi günden itibaren hazırlıklara girişildi. Yük ve binek hayvanları, koşum arabaları hazırlandı. Yol tedariki görüldü. Eş dost, komşu ile helâlleşildi. Mevcut borçlar ödendi. Ticarethanenin kapısına kilit vuruldu ve Kâbe yollarına düşüldü. Safalı yerlerde konaklayarak, soğuk pınarlardan sular içilerek, gâhi han köşelerinde, gâhi mağara kovuklarında, gâhi serin serviler altında gece fasılaları verilerek azm-i râh ettiler. Eski zamanlarda İstanbul'dan Kâbe'ye vâsıl olmak aylarca süren meşakkatli bir yolculuktu. Sabr ü sebat ettiler, yolculuğun zorluklarından şekvâ getirmeksizin tekbirler, tehliller ile, Kâbe ilâhileri terennüm ederek yol aldılar. Neticede üç ay sonra bir sabah vakti Mekke'ye vâsıl oldular.

İbrahim Efendi'nin neş'esine pâyân yoktu. Zaten halim bir insandı. Mübarek topraklarda büsbütün melek sîretine büründü. Gece gündüz Harem-i Şerif'ten çıkmıyor, namaz kılıyor, dua ediyor, ağlıyor ve her fırsatta tavaftan geri kalmıyordu.

Günün birinde İbrahim Efendi yine binbir gönül vecdi içinde tavaf ediyordu. Derken bir şeye ayağı takılarak tökezlendi ve yere düştü. Hiç olmayacak bir yerde, yüzlerce mü'minin tavaf ettiği yolun ortasında yaşlıca bir adam yere uzanmış yatıyordu.

İbrahim Efendi'nin canı sıkıldı. Güç bela doğrularak adama yaklaştı. İhtiyar hâlâ uykudaydı. Adamı böğründen dürterek uyandırdı. İhtiyar, rahatsız edilmesine pek canı sıkılmış yüz ifadesiyle gözlerini açıp "ne var" gibisinden İbrahim Efendi'ye baktı,

  • Ne var, niçin rahatsız ediyorsun beni yahu?

İbrahim Efendi'nin tepesi attı,

  • Ne rahatsızlığı efendi? Buralarda yatılır mı hiç? Çok uykun var ise git bir kenara kıvrıl dilediğin kadar uyu. Burası tavaf edilecek yer. İnsanları taciz etmeye ne hakkın var?

İhtiyar kırgın ve dargın nazarlarla İbrahim Efendi'ye bir kere daha baktıktan sonra ayağa kalktı. Kalabalığa karışıp kayboldu.


O günün gecesi İbrahim Efendi, uykunun tam orta yerinde yattığı odanın kapısının sertçe ve ısrarla vurulduğunu işiterek uyandı. Telaş ve endişe içinde doğrulup kapıya yöneldi. Kapıda iki tane dev gibi pür müsellah adam duruyordu.

  • Falankes oğlu İbrahim sen misin?

  • Benim, ne oldu ki?

  • Hakkında şikayet var. Seni mahkemeye götürmek için geldik. Tiz toparlan gidiyoruz!

  • Aman efendiler ben bir garib hüccacım. Ne ettim ki mahkemeye götürüyorsunuz?

  • Gidince anlarsın, haydi yürü bakalım!

Gecenin karanlığında hayli yol yürüyüp o güne kadar girmediği ara sokaklardan geçerek bir hanenin kapısına geldiler. Kapı açıldı. Muhafızlar İbrahim Efendi'ye içeri girmesini işaret ettiler.


İbrahim Efendi neye uğradığını bilemedi! Odanın baş köşesinde iki cihan serveri Efendimiz oturmaktaydı. Etrafında cihar-ı yâr güzîn ve sahâbe tertib ile yer almışlardı.


Efendimiz'in sesi işitildi,

  • Ya İbrahim, hakkında şikayet var!

  • Aman ya Resulallah bu ne iştir, bilmeden bir kusur mu işledim?

  • Dün Mescid-i Haram'da tavaf ederken bir mü'mini rahatsız edip uykusundan uyandırmışsın; bununla da yetinmeyip sert sözlerle azarlamış, incitmişsin?..

İbrahim Efendi'nin dili dönmez ayağı tutmaz oldu. Telâş içinde kendini müdafaa etmeye çalıştı;

  • Ya Resulallah ben onu incitmek istemedim. Tavaf esnasında yol ortasına uzanmış uyuyordu. Diğer mü'minler rahatsız olmasın diye ikaz etmek istedim. Meded efendim, bilseydim hiç... affedin!

Efendimiz hiçbir şey söylemedi. Sadece hafif bir tebessümle İbrahim'e tatlı bir nazar atfetti. Muhafızlar bu işaret üzerine İbrahim Efendi'ye artık çıkması gerektiğini işaret ettiler.

Yeniden aynı yollardan eve dönüldü.


Mekke ufuklarında çınlayan sabah selâlarıyla birlikte İbrahim Efendi kan ter içinde sıçrayarak uykudan uyandı.

  • Hayırdır inşaallah... hayırdır inşaallah! Şaşkındı, zihnini toparlamaya çalıştı. Hemen koşup abdestini tazeledi. Yatağının üstüne oturup düşünceye daldı.

  • İmdi ben bu rüyayı neye yorsam, ne yapsam?

Rüyasında Efendimiz'i görenlerin O'nu dünya gözüyle görmüş gibi sayıldığını biliyordu; bu nükteyi hatırlayınca kalbine sevinç doldu. Gözleri yaşardı. Gördüklerini yeniden hatırlayarak zihnine nakşetmeye çalıştı.

Fakat!

Efendimiz'i rüyasında görmüştü, bu çok iyiye ve hayra işaretti şüphesiz fakat Efendimiz onu iki muhafız yollayarak huzurunda muhakeme olunmaya çağırmamış mıydı? Peki bu muhakemeyi neye yorsundu ki?

Vakit geçecekti neredeyse, dışarı çıktı. Mescid-i Haram'a yöneldi. Namazını eda ettikten sonra her gün adet edindiği üzre yeniden tavafa niyet etti. O da ne?

Tavafta yeniden tökezleyerek yere kapandı İbrahim Efendi. Doğrulup baktı. Dünkü ihtiyar!

Aynen dün yattığı yerde uzanmış yatmakta. Bu defa öfkelenmedi. Usulca yanı başına ilişerek uyanmasını beklemeye koyulacaktı ki ihtiyar gözlerini açarak yerinden doğruldu. Selamlaştılar.


Ah, başıma neler geldiğini bir bilsen? İhtiyar gülümsedi,

  • Hayırdır inşallah, ne oldu?

İbrahim Efendi gördüğü rüyayı elifi elifine nakletti ihtiyara. Sözlerinin sonunda heyecanla sordu,

  • Nedir bu rüyanın yorası ey ihtiyar? Sana dün birazcık sitem ettim diye Resulullah beni sorgu-suale çekti.

İhtiyar gülümseyerek içini çekti. Birlikte ayağa kalkıp Mescid-i Haram'da tenha bir köşeye çekildiler. İhtiyar dedi ki,

  • Ey İbrahim Efendi, beni tanımadın mı? Ben de İstanbulluyum. Gün aşırı karşılaşırız fakat beni çıkaramadın. Ben ne zaman senden sadaka istesem bana öyle cömert davrandın, öyle bol ihsanlarda bulundun ki, ben yevmi ihtiyaçlarımı karşılamaktan başka aileme, çoluğuma çocuğuma da rızık götürebildim.

  • Haa, tamam şimdi hatırladım seni...

  • Bana öyle dar zamanlarımda yardım ettin, o kadar sahî davrandın ki, bir vesile olsun da Resulullah seni rüyada bile olsa huzuruna kabul etsin diye yoluna yattım. Allah senden razı olsun İbrahim Efendi.

  • .......!