Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Galiba hepimizde, “Şiddete dayalı bir ideolojik cereyan, Türkiye’de artık zemin bulmaz” şeklinde bir iyimserlik havası hâkim olmaya başlamış olmalı ki 1 Mayıs günü Taksim’in yan sokaklarında rastlanan şiddet manzaraları irkilmemize sebep oldu.

Bir propaganda aracı olarak şiddet, her zaman kullanışlı bir silah teşkil etmiştir. Fikrinizi bazen medeni ve tabii yollardan izah eder, etrafta duyurmaya çalışır, yandaş bulmaya gayret edersiniz ve kimseden rağbet görmezsiniz; o fikri silahlı bir eyleme rabtederek tekrarladığınızda bu defa dikkatler keskinleşir. Silahlı propaganda denilen kavram, bu basit fakat etkili kurgudan hareket ediyor. Şiddeti eylemin önüne koyduğunuzda eylem fark edilir hâle geliyor.

1980 öncesinde bazı sol grupların “silahlı propaganda birlikleri” tarzında örgütlenmesi tesadüf değildi; şiddete tapınan sol fraksiyonların edebiyatından ve başka ülkelerde kazandıkları tecrübeden yararlanıyorlardı ve etkilemeye çalıştıkları gençlere evvelâ araçla amaç arasındaki bağlantıya dair yaklaşımı çarpıtarak işe başlıyorlardı: Onların o kadar büyük, muazzam ve kutsal bir amaçları vardı ki bu uğurda şiddet kullanmak, bir hastalığı iyileştirmek için cerrahın neşter kullanması cinsinden faydalı ve gerekli bir eylem hâline geliyordu.

“Devrimci şiddet” kavramı, dünyanın her yerinde ve bütün sistematik şiddet eylemlerinde araçla amaç arasındaki bağıntıyı keyfine göre izah eden yanıyla birbirine benzer. XII. Yüzyıl’ın Hasan Sabbahçı Alamut fedaileriyle, daha birkaç gün önce Taksim’de hiç tanımadığı polislere taş fırlatan veya el bombası atan insanların araç-amaç ilişkisine bakışında farklılık yoktur; onlar “araç”ı önemsiz buluyorlar, “amaç”ı yüceltiyorlar. Amaçla araç arasında ahlâki bir paralellik olması gerektiği bilerek ihmâl ediliyor; oysa ki araçla amaç arasında ahlâki bir bütünlük aranması lüzumu, insanlığın müsbet değerlerinden biridir. Çünkü amaca uygun olmayan bütün araçların peşinen reddedilmesiyle kendiliğinden ahlâki bir değer hâline gelir.

Şaşırdık, çünkü 1980 öncesi dönemine göre nisbi olarak yükselen eğitim seviyesinin, artan refahın ve iç savaş ortamından uzak bir atmosferde cereyan eden gündelik hayatın, gençlerimize daha ılımlı ve olumlu bir bakış açısı kazandıracağını haklı olarak bekliyorduk. Meseleyi rakamlara döküp istatistik değerleri üzerinden değerlendirme yapıldığında karamsar olmak için bir sebep olmadığı ileri sürülebilir; geleceklerini, şiddetten arınmış bir dünyada kurmak isteyen gençlerimizin sayısı, şiddete başvuranlara göre ezici bir çoğunluk teşkil ediyorsa da küçük azınlığın şiddette tapınması, rakama dayalı değerlendirmeleri alt üst ediyor. Bin kişiden birinin şiddet tapıcılığında eyleme yönelmesi, geride kalan çoğunluğun barışçı eğilimlerini görünmez hâle getirebilir; aynen bizde olduğu gibi.

İstatistik çoğunluklar bizi rahatlatmıyor çünkü bizim toplumumuzu tehdid eden şiddet eğilimleri, ideolojik karakter gösteriyor. Bir süre önce Almanya’da vukubulan okul baskınında önüne geleni vuran öğrencinin durumu, o öğrencinin şahsi bunalımına bağlanabilir; üstelik ardında bir ideolojik dayanak da bulunmuyor. Hâlbuki bizde tehdid edici boyutlara yükselen şiddet eylemlerinin ideolojik karakteri ön planda. İdeolojik dayanak, gençlere, başvurdukları şiddet eylemini meşru göstermesi bakımından çok tehlikelidir. Böylece şiddete başvuran ile şiddet arasındaki ahlâki durum görünmez hâle geliyor, hatta eylemci, -aynen bir savaş pilotunun attığı bomba ile binlerce kişinin ölümünden kendisinin şahsi sorumluluğunu ayırdetmesi gibi-, eyleminin ahlâki neticeleriyle değil, sadece başarılı olup olmadığı ile ilgilenerek kendini aklıyor!

Şiddetin bu cinsiyle mücadele etmek hiç de kolay değil; Türkiye yıllardan beri bu ağır yükün altında neredeyse iki büklümdür.

Türkiye, vaktiyle düşünce ile eylemi birbirine yapışık gibi değerlendiren ceza ve infaz anlayışında köklü bir değişikliğe giderek düşünce eylemini suç saymaktan vazgeçti ve bu doğru bir karardı. 25 sene öncesine kadar ismi bile suç delili sayılan siyasi cereyan ve ideolojilerin bugün siyasi parti şeklinde örgütlenip tabela asması, seçimlere katılması, Türkiye için ilerici bir adımdır. İşte bu ilerici adımı atmış olmanın verdiği rahatlık ve özgüven hissidir ki, bugün bizi “Ne oluyor; bu kadar şiddet eylemcisi nerede, nasıl yetişiyor?” şeklinde bir şaşkınlığa sürüklüyor. Artık hiçbir siyasi fikrin propaganda edilmesi için silahlı eyleme ihtiyaç yok; kanuni ve barışçı yollarla her fikir tanıtılabiliyor.

1980 öncesinin bariz özelliği şuydu: Silahlı propagandayı neredeyse yegâne mücadele biçimi gibi gören sol örgütlerin ideolojisi, anarşi kaosu içinde bunalan genç kuşaklara olduğundan daha parıltılı ve cazip görünüyordu. Geçen 30 yıl zarfında şiddete tapan Marksist-Leninist eylemcilik cazibesini kaybetti; “Bilimsel sosyalizm”in bilimsellikle herhangi bir ciddi bağı olmak yerine tam aksine ancak, bazı tarihî zaman kesitleri içinde belli bölgeler için izah edici bir varsayımlar bütünü olduğu anlaşıldı. Bugünden yarına “devrim” için çok az bir şey kaldığı yolundaki o ünlü efsâne yıkıldı. Sosyalist eylemcilerinin büyük çoğunluğu silah bırakıp hayata başka bir gözle bakmaya başladılar.

Fakat görüyoruz ki, şimdilerde sadece aldıkları siparişle taşeronluk görevine soyunan terör örgütleri, kirli bir kâbus gibi hortlamak için faaliyetlerini askıya almış durumdalar. İşte o örgütler uyuttukları birimlerini –aldıkları siparişe göre olsa gerek!- yeniden uyandırıyor ve devletin güvenlik görevlilerine karşı kin kusacak derecede nefret eğitimi almış çocuk yaştaki gençleri aktif hâlde tutabiliyorlar.

Ve ne yazık ki Türkiye hâlâ, şiddet eylemleriyle siyasi sonuçların alınabildiği, kararsız ve istikrarsız bir ülke olmaktan kurtulabilmiş değildir. İşin en hazin tarafı da bu. Türkiye’nin dış ilişkileri hiç bir zaman “rutin” kararlılığında seyretmedi ve büyük buhranlara dönüşme eğilimi göstermeye devam ediyor. İç meseleler ise, daima dış bağlantılı bir karakter gösterdi. O yüzden Türkiye, şiddet eylemcileri için –ne yazık ki- “verimli bir ekmek kapısı” görüntüsü vermekten kurtulamıyor; bunda elbette sadece dış mihrakların değil, bizim de sorumluluğumuz ve beceriksizliğimizin büyük payı var. Geçen hafta bu sütunlarda yer alan “Üç Mesele” başlıklı yazıda bu konuya işaret ettiğimiz hatırlanacaktır.

Aksiyon’un geçen haftaki sayısının kapak dosyasını teşkil eden ve usta gazeteci Haşim Söylemez’in imzasını taşıyan “Uyuyan terör hücrelerini kim uyandırıyor?” başlıklı inceleme, meselenin polisiye tarafını gözler önüne sermesi bakımından çok dikkate değer nitelikte; ne var ki, dünyanın hiçbir yerinde ideoloji destekli şiddetle polisin mücadele etmesi yeterli olmamıştır; aile, okul, sosyal çevre ve basın gibi etkili odakların bu meselenin farkına varıp ciddiye alması gerekiyor. Hadiselerin istatistik değerlerine bakarak küçümsememeliyiz; tam aksine şiddeti bir araç olara körpe beyinlere telkin eden odaklarla topyekûn mücadele etmek lazım ve bu mücadelede basının rolü çok önemlidir.

Basınımız hiçbir şekilde hiçbir şiddet eylemini övücü, mazur gösterici, zarar görenleri suçlayıcı veya eylem sebebini aklayıcı mânâda yayın yapmamalıdır. Devletin resmî istihbarat teşkilatları, orta ve yüksek öğrenim seviyesindeki gençleri devşirerek militan hâline getirmeye çalışan meşru veya illegal örgütlere karşı her zamankinden daha uyanık davranmalıdır. Okul yöneticileri, rehberlik uzmanlarından destek alarak, ders ve müfredat dışı eğitim çalışmaları planlayarak şiddet eğilimlerine karşı aktif eğitim programları düzenlemelidir. Gençlerimizi “apolitik” doğrultuda değil, her türlü şiddete karşı çıkacak bir zihni yapıyla teçhiz etmeliyiz; elbette ki gençlerimiz siyasetle, gelecekleriyle ve ülke meseleleriyle ilgileneceklerdir.

Onların idealizmini kökünden budamadan fakat doğru usulle takviye ederek eğitmemiz gerekiyor. Doğru usul bilime, hakikate saygıdır; demokratik terbiyedir, şiddet aleyhtarlığıdır, paranoya hâline getirilmemiş ciddi ve bilgiye dayalı memleket sevgisidir.