Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Bir ay kadar önce, CHP Genel Sekreteri Önder Sav'ın telefonunu açık bırakması üzerine kopan o küçük fırtınanın en heyheyli günlerinde İstanbul'da, gazeteye yakın bir yerde Aksiyon ve Zaman'dan genç gazeteci arkadaşlarla birlikte oturup sohbet ediyorduk. Sözün dönüp dolaşacağı yer belliydi: Açık bırakılan telefon! Hepsi de genç yaşlarına rağmen meslekte hayli tecrübeli gazeteciler olduğu için merak edip sordum, -Sizin de başınıza böyle bir şey geldi mi; yani, telefonla haber almaya çalıştığınız kişinin, mülakat bittikten sonra telefonu dalgınlıkla açık bıraktığı oldu mu?

Söz bu minval üzere sürüp giderken, aklıma bir başka soru geldi, "Peki" dedim, "Önder Sav'a telefon açan o gazeteci siz olsaydınız ve iki kişi arasında bir kapalı odada geçen konuşmayı siz dinleyip kaydetseydiniz ne yapardınız?"

Herkes bir an birbirine baktı, sonra gülümsemeye başladılar.

-Hiçbir şey yapamazdık, çünkü haber yapsak da bizimkiler bunu yayınlamazdı!

"Bizimkiler" diye imâ ettikleri, Zaman ve Aksiyon'un haber editörleri, haberden ve yayından sorumlu kişiler.

"Niçin" diye sormadım, çünkü bu cevabı vereceklerini biliyordum. Niçini mâlum, ortada haber niteliği taşıyan bir olay var fakat haberin elde ediliş biçimi problemli. Ünvanları ne olursa olsun, iki kişi, başkalarının duymadığını varsayarak kendi aralarında sohbet ediyorlar ve bu esnada telefonun açık bırakılmış olması, orada konuşulanların haber hâline gelmesini meşrû kılmıyor.

Açık söylemek lâzımsa bu cevap hoşuma gitti; hatta gururlandım.

-Peki, son soru: O telefonu açan kişi siz olsaydınız, meşru olmadığını, yanlışlık eseri olduğunu bildiğiniz hâlde, konuşmayı yine de dinler miydiniz?

Masada kısa bir tereddüd yaşandı,

-Haber yapmazdık ama dinlerdik elbette; böyle bir olayı dünyada hiçbir gazeteci kaçırmak istemez.

Haberci refleksi. Dürüst bir cevap.


Geçen hafta internette birbirine bağlı üç tane fotoğraf dolaştı durdu. İlk gördüğümde, o mâlum tabirle âdeta gözlerime inanamadım ve hemen anladığım kadarıyla fotoğraflarda Photoshop efektleri yoluyla suiistimal yapılıp yapılmadığını anlamaya çalıştım.

Hayır, fotoğraf sahici görünüyordu. Üç fotoğraf arasında büyük bir tutarlılık vardı ve fotoğraftaki kişinin, çok ünlü bir üniformalı bürokrat olma ihtimali kuvvetliydi.

O kişi, Süleyman Mâbedi'nin eski duvarları önünde, saygılı bir yüz ve vücut ifadesiyle durmakta, belki dua etmekteydi.

Fotoğrafı sağa sola dağıtan kişiler, görenlerin, "bu ne perhiz bu ne lahana turşusu; laikçiliği ile tanınmış bir komutanın dünyaca meşhur bir ibadet yerinde, üstelik Musevi inancının sembolü olmuş bir mâbedde ne işi var; yoksa kendisi bizzat o dine mi mensup?" diye düşünmelerini amaçladığını sanıyorum. Böylece muhtemelen Ağustos ayında yapılacak terfi ve atamalar üzerinde etkili olmaya çalıştıkları muhakkak.


Zaman ve Aksiyon bu fotoğrafları kullanmadılar; üstelik daha güzel bir şey oldu: Basın'da pek azı hariç bu fotoğraflara ve dedikoduya itibar eden olmadı. Bu tutarlılık jesti, Türk basın tarihi için önemli bir sayfadır. Altını çiziyorum.


O fotoğraflardan bir hafta önce D Grubu gazetelerinde bir başka fotoğraf, tepe tepe ve tekrar be tekrar kullanıldı. Bu fotoğrafta Adana'da bir lise binasının teras katında namaz kılan sekiz on tane öğrenci görülmekteydi.

Bu fotoğraflar, yayıncı gazete tarafından en çirkin, en fahiş tarzda yorumlandırıldı ve okulun yöneticileri, öğrenciler arslanın ağzına atıldı: Nasıl olurdu, laik bir ülkede öğrenciler, bir kamu kurumunun terasında saf bağlayıp öğle namazı kılabilirlerdi? Buna kim göz yumuyordu? Sorumlular açıklanmalı ve sürüm sürüm süründürülmeliydi!


Okulun terasında namaz kılan çocuklar birer insandır ve sırf insan oldukları için din ve vicdan hürriyetlerini kullanmaya hak kazanmışlardır. Bunun için kınanamaz, afişe edilemez, aç arslanların önüne atılamazlar. Kimsenin bunu yapmaya hakkı yoktur.

O üniformalı bürokrat da -bilmiyorum ama, velev ki hakikaten Musevi olsun- aynı hakkın sahibidir. Bizim anayasamız, kimsenin dinî ve vicdani kanaatlerinden ötürü ayrıksanamayacağını söyler (M. 24). Laiklik ise, lisenin damında namaz kılan çocuklarla, rütbeli yüksek bürokrata devletin aynı nazarla, aynı uzaklıktan bakmasını öngörür. Bu bakış, "orada ne filimler çeviriyorsun bakalım?" bakışı değildir, "sana ilişen var mı; sen kimseye ilişiyor musun?" yollu bir bakıştır. Biçimlendirici ve tek tipleştirici katı laiklik anlayışını değil, temel hakların rahatça kullanılabilmesini derd edinen bir bakış.


Bu ülkenin anayasası icabınca kimsenin kimseye, "hangi inancı taşıyorsun; hangi etnisiteye mensupsun; kimliğini, aidiyetini ve inancını niçin gizliyorsun veya niçin açıklıyorsun" diyebilme hakkı yoktur. Dileyen izhâr eder, isteyen saklı tutar. Laiklik bu hakkı da garanti eder.

Veya etmelidir...


Devletin çatısında gayri resmî şekilde örgütlenip bir dayanışma grubu oluşturarak, Türkiye'yi 19. Yüzyıldan kalma otarşik, tutucu ve antidemokratik bir geleceğe zorlayan zümre, en az bizim kadar sevdiklerinden şüphe duymadığımız ülkeye bir iyilik etmeli ve zihinlerini her mânâda "muasırlık" fikrine, hürriyetçiliğe ve demokratikleşmeye açmalıdırlar.

Tarih ve sosyoloji bu zihniyeti tasfiye ediyor çünkü. Tasfiyeye uğramaya mecbur ve mahkûmlar; onlara düşen insaniyet ve muasırlığın icablarına boyun eğmeleridir.