Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Merdiven çıkarken sakız çiğnemek gibi bir şey bu; kolay gibi görünüyor ve aslında tıp literatürüne geçmiş istisnai özür halleri dışında herkes kolaylıkla yapabilir. Beyin o esnada iki, hatta daha fazla işi bir arada yapabilecek mükemmellikte işler; hem adımlarınızı basamağa göre ayarlar hem de sakızı ağzınızın içinde gezdirerek çiğnerken aynı anda bir şarkı mırıldanıp anahtarlık koçanı içinden doğru anahtarı bulabilirsiniz.

Ne var ki Cumhuriyet devrinin devlet adamları, "tarihî derinlik" kavramını merdiven çıkarken sakız çiğnemek kadar kolay tarzda işler halde tutmakta çok zorlandılar; "Tabula rasa" çözümü daha kolay göründü, yani tertemiz, bembeyaz bir sayfa açarak işe sıfırdan başlamak. Yıllardır yazıp çizmiş olmanın ne faydası var bugün? Osmanlı'nın 700. yıl kutlamaları sırasında kaleme aldığım bir yazı başlığını hatırlıyorum şimdi: "Hem Osmanlıyız hem Cumhuriyetçi". Osmanlılık bizde bir verâset rolüdür; hangi ana"babanın sulbünden geldiğinizin bilgisi, siz doğmadan önce tesis edilmiş ilişkilerin, komşulukların, borç"alacak meselelerinin bilgisi, sizden öncekilerin uzayda kapladığı yerle ilgili bilgi. Cumhuriyetçiliği, evveli yok sayan bir beyaz kâğıt üzerine binâ edilmiş yeni bir hayat tarzı sayanlar için Osmanlılık, fizikî, zihnî ve siyâsî mânâda düne, geriye dönüş zannedildi, yani kâbus, yani kazanılmış bütün medenî mesafelerin kaybedilmesi ve inkârı. Halbuki Sir Isaac Newton daha XVIII. yüzyılda her kütlenin, sırf kütle olmaktan doğan bir çekim gücüne sahip olduğunu ortaya koyan bir câzibe kanunundan bahsetmişti; kütlenin adı değişmiş olmakla çekim gücü ortadan kalkmaz. Osmanlılar eski dünyanın tam ortasında yer tutmuş bir câzibe merkeziydi; etkiliyor ve etkileniyordu ve esasen biz bu siyasî varlığın nasıl işlediğini kemâliyle bilmiyoruz bile. Cumhuriyet'in, kendi verâset unsurlarına orta sınıfa mensup, yalapşap eğitim görmüş ve cebindeki iki üç bin doları harcamaya gelmiş bir turistin nazarıyla bakması ilginçtir: Her türlü fantaziye kapı aralayan Harem hayatı, sarık, cübbe, kubbeli binalar ve nihayetinde rakı, lokum şişkebap üçlemesi. Bu gibi şeyler vaktiyle haylice tenkid edilmiş ancak tenkidin kalitesi belli bir seviyeye yükselemediği için tesirsiz kalmıştır. Cumhuriyet kuşakları Osmanlı olgusunu bilmezler; bilmeleri istenmediği gibi, Osmanlı'yı anlayacak zihnî âletlerden de mahrum yetiştirilmişlerdir. Bugünün en gözde entelektüeli (gazetecisi, akademisyeni, bürokratı dahil) yüz sene öncesine ait bir günlük gazeteyi deşifre edemez çünkü alfabe bilgisinden mahrumdur; Lâtin alfabesiyle yazılmış nüshayı da anlayamaz çünkü lügâtten kopmuştur; sadeleştirilmiş metne de nüfuz edemez çünkü her sadeleştirme işlemi, değerli nüansların ihmâl edilmesi bahasına gerçekleştirilebilir ve nihai planda bir lisan, sadece alfabeden ve lügâtten değil, semboller, efsâneler, inançlar, yanılgılar, âdetler ve topyekûn bütün medenî, resmî, folklorik ve dinî müesseselerin tarih içinde geçirdiği dönüşümün bütünlük içinde kavranmasını zaruri kılan bir âlemdir. Daha sivri bir iddia ile vaziyeti karakterize edebiliriz; bugün, iki asır önce kaleme alınmış bir gazeli bütün kemâliyle anlayabilen ve anladığını bir üniversite mezununa anlatabilecek olan "uzman" sayısı iki elin parmaklarını geçmez ve bu hüküm, "iyi ya, o anlaşılmaz, cenâbet ve gudûbet lisânı yaşayan Türkçeye doğru evrimleştirdik" böbürlenmelerine mesned olarak kullanılamaz. Bir şey evrimleştirdiğiniz yok sizin; yok saydınız ve şimdi artık o verâset unsurunu anlamıyorsunuz. Evrim değil imhâ, devrim değil cinnet! Bu işin şakası yok, köprüleri yakmışız; kendi geçmişimizle "irtibâtı koparmışız" ve yeniden kurabilmek ihtimâli de yoktur. Pek az insan bu son derece ciddi "zihnî" meselenin farkındadır. Bernard Lewis'in Türkçesi, bugün kullanılmakta olan akademik Türkçeyle mukayesesi bile insafsızlık teşkil edecek derecede bir irtifâ teşkil ediyorsa oturup ağlayalım. Bir zaman sonra "hazine"i evrak"tan bir vesika okumak gerektiğinde Batı üniversitelerinden şarkiyatçı davet etmek lüzumu hissedilirse hiç şaşmayacağım. Dil meselesinin aslında ne kadar siyâsî boyutlara sahip olduğunu anlatmak için çok yazı yazdım bu sütunlarda; belki yukarda ifâdeye çalıştığım "tenkid kalitesi" irtifâına ulaşamadığı için tesir uyandırmadı ve anlaşılmadı ama bu meselede yalnız kalmışlığım da bir hakikattir; en sadakatli okuyucularım bile kelimelerimden müştekî oldu. Ezcümle, artık anlamamıza imkân olmayan bir dünyanın fikrî ve mânevî mirasçıları olarak tarihin havanında bir kere daha dövülüyoruz; anlayabilseydik, daha çok boyutlu siyasetler üretebilirdik. Ve son cümle: Osmanlı tarihini derinliğine bilemeyenlerin Cumhuriyet tarihini anlamaları ve bilmeleri de eşyanın tabiatına aykırıdır vesselâm.