Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Bu yazıyı kaleme alıp almamak konusunda tereddüdlerim var.

Haldun Taner, “Yalıda Sabah” adlı hikâye kitabında buna benzer bir iç hesaplaşmasından bahsediyor; diyor ki,

-Yazsam mı yazmasam mı diye hâlâ kararsızım. Yazsam aklımdan şüphe eden çıkabilir, yazmasam yazarlık vicdanıma yediremiyorum. Korkunun kalemine yapışması ölüm demektir yazar takımına. Yazar dediğin yazacak. Açıksözlü ve yürekli olacak. Yazar olmak inandırıcı olmak mıdır, yoksa samimi olmak mı diye sorsalar samimi olmayı seçerdim ben. Hatta gülünç olma pahasına.

Bunu baştan göze alıyorum.” (Karşılıklı adlı hikâyeden)

BÖYLE PİDEYE CAN MI DAYANIR YAHU?

Önce, yanda gördüğünüz bir fotoğrafa göz atmanızı rica ediyorum: Fotoğraf bir iftar masasını gösteriyor. Hangi parti olduğu önemli değil, bir muhafazakâr partinin ilçe yöneticileri toplanmış iftar ediyorlar. Masanın ortasında kocaman bir Ramazan pidesi. Pidenin üstünde, muhtemelen çörekotuyla yazılmış bir Lâfz-ı Celâl ibaresi: Allah.

Pidenin üçte biri konulduğu ‘protokol' masasında yenildikten sonra artanı diğer masalara dağıtılmış.

İkinci fotoğraf, Kutlu Doğum Haftası dolayısıyla bir il müftülüğünde yapılan törenden çekilmiş. Pastalı kutlama yapılıyor; pastaya Kur'an-ı Kerim şekli verilmiş ve iki sayfası pastaya nakşedilmiş.

Üçüncü fotoğraf ise, Lâfz-ı Celâl'in üç boyutlu mücevher kakma biblosu. Bu biblolar son yıllarda hızla yayıldı ve özellikle muhafazakâr kanalların dini sohbet programlarında orta sehpanın üstüne kurularak televizyoncu tâbiriyle ‘görsel zenginlik' amacıyla kullanıldı. Bu bibloların hayli çeşidi var. Genellikle Efendimiz'in adını taşıyan biblolarla birlikte pazarlanıyor. Bu iki kelimeyi câmilerde mihrabın her iki yanında birlikte görmeye alıştığımız için göze batmıyor, yadırganmıyor, hatta belki çoğumuz sevimli buluyor. Belki de bulunduğu ortamı İslâmileştirdiği bile düşünülüyor. Pek çok evde ve büroda vitrinlerde, masa üstünde veya sehpalarda gururla sergilendiğini biliyorum, görüyorum.

Soru şu: Şu fotoğraflardaki manzara içinize siniyor mu? En azından “Birşey yanlış olmalı ama ne?” duygusu uyandırıyor mu sizde? Yoksa çoğunluk gibi “Ne var ki bunda; dinin alâmetlerimizi yaşadığımız çevrede görmek ve sergilemek en tabii hakkımız” diye mi düşünüyorsunuz?

Cevabınızı bilmiyorum; ben evvelâ kendi fikrimi söyleyeyim.

MÜ'MİNLER GAYBA MI İMAN EDER; SEMBOLLERE Mİ?

İslâm ‘Ekmel din'dir; yani Hz. Âdem peygamberle başlayan tevhid akîdesinin en son, en kâmil ve en mükemmel ifâdesi. Peki, Efendimiz'in bizlere ulaştırdığı ‘İslâm haberi' niçin en son ve mükemmel olanıydı?

Nâçiz fikrimce dinin kemâl noktasına gelmesi, İslâm akîdesinin bütün insanlar tarafından kavranıp anlaşılabilecek bir soyutluğa erişmesiyle oldu; yani, Efendimiz'den önceki nebî ve resûllerin getirdiği haber tâ başından beri aynı olduğu halde hitab ettiği kitle önceki ümmetlere göre biraz daha gelişip, soyut olanı anlayabilir hale geldiler. Kur'an-ı Kerîm bu nazarla okunup incelendiğinde görülür ki bir silsile içinde peygamberler, iman teklif ettikleri ümmetlerinin itirazlarını, onları ‘maddî' ve görünür alâmetlerle (mucizeler) ikna yoluna gitmişlerdi. Son peygambere gelene kadar toplulukları Vahdaniyet'e ikna etme metodları somuttan başlayarak soyut olana doğru tedrici bir gelişme takib etmiştir. Efendimiz'in getirdiği İslâm haberi ise serâpâ ve sadece soyut bir fikir bütünü olarak tecellî ediyor.

Bu bakış açısıyla Kur'an son derece soyuttur; teklif olunan soyut bir fikir bütünüdür. “Kitab” kavramına biz işte bu mânâyı veriyoruz, yani içinde yazılı olan şeyler hakkında, başkaca maddi bir delil ve isbata gerek duymadan imân ediyoruz ve ‘Kitab' esasen kelimelerden ibarettir. Kelime ne kadar soyut ise Kitab da o kadar soyut.

Görülebilen, ölçülebilen, test edilebilen bir habere imanla, sırf kelimelerden (Kitab) ibaret bir habere iman arasında bana göre dinler tarihinin sosyolojisi bulunuyor. Meselâ Nuh veya Musa Aleyhisselâm'ın ümmetleriyle Efendimiz'in ümmeti arasındaki sosyolojik ve zihnî farkı anlamak lâzımdır. Efendimiz'in iman teklif ettiği kitle, Allah'ın vahyini sadece kelimelerden (Âyet) ibaret şekliyle anlayıp inanacak derecede kıvama erişmiş ve kemâline varmıştı.

İBRAHİMî DİNLERDE TASVİR YASAĞININ ANLAMI

Üç büyük dinin (Musevilik ve Hıristiyanlıkla birlikte İslâm) müştereken yasakladığı tasvir meselesine de bu nazarla bakılmalıdır. Evimizin duvarlarındaki aile büyüklerinin hatıra fotoğraflarına bile tahammül etmeyen takvâ anlayışını da bu çerçevede görüp anlamak gerekir.

Sırf Allah'ın güvenilir ve emîn kıldığı uyarıcıları vasıtasıyla nakledilen bir fikre, mücerret bir habere iman etmek, Müslümanları diğer ümmetlerden ayıran ve üstün kılan en mümtaz niteliktir, çünkü Kur'an'da mü'minler ‘gaybe iman eden' zümreler olarak tarif ediliyor; yani mü'minler salih bir habere, mücerred mânâdan ibaret âyetlere, onun mânâsı inanır, ikna olurlar; mü'minler iman konusunda görünür nesnelere, isbata, determinist ilişkilere hâcet görmezler. Onlar akıllarını ve kalplerini kullanarak hakikate erişebilecek derecede zihni soyutlama kabiliyetine sahiplerdir zaten. Beyinleri ise somut olanı anlayacak derecede kemâle ermiştir. Onlar için –aynı ilkokul çocuklarına yapıldığı gibi kapının üstüne kapı, tahtanın üstüne tahta yazmak lâzım değildir.

GERİCİLİK Mİ; GALİBA ÖYLE!

Benim yorumum budur. Bu yorum çerçevesinde dini kavram ve sembollerin illâki görünür ve hattâ üç boyutla ifade edilir bir görselliğe büründürülmesi, bana sanki dinler tarihinde geriye doğru gidiş, beşeriyetin cahiliye zamanlarına doğru bir sürükleniş olarak görünüyor.

İSLAMî FETİŞ? MÜMKÜN MÜ?

Bir Müslüman'ın, diğer bazı din mensuplarını feci hatâlara sürükleyen tarzda kutsal kavramları görünür hale getiren iki veya üç boyutlu fetiş nesnelerine ihtiyacı var mı?

Sözlük ‘fetiş' kavramını iptidai toplulukla has bir yanılgı gibi tarif ediyor; buna göre fetiş kabilenin, bazen tek tek insanların tapındığı canlı, cansız, tabii veya sonradan yapılmış nesnedir ve bir nevi kutsallık, uğurluluk atfedilen bu nesnelerin gizli güçleri ya da anlamları olduğuna veya bir tanrıyı barındırdığına ya da temsil ettiğine inanılır.

Hiç şüphe yok ki Kâbe veya Kur'an şeklinde pasta veya üzerine mukaddes kelimeler yazılan pide yaptırıp âfiyetle yiyenler makbul bir iş yaptığını zannediyorlar. Hattâ onlar, konu putperestlikten veya fetiş nesnelerinden açılınca hayli sert tepki vermeyi de dindarlığın gereği sayarlar. Onları eleştirmiyorum fakat dindar insanlara kanaat önderliği yapan çevrelerin bu gibi basit ayrıntı görünen konularda bir ihmâl içinde bulundukları açıktır.

Diyanet'in bu noktada hakkını teslim etmeli; pasta skandallarına sert tepki gösterdiler ama daha yapmaları çok ikaz noktaları var geride.

Etrafınıza bu nazarla dikkatle göz gezdirdiğinizde, bu satırlarda işaret edilmemiş daha nice benzer örneklerle karşılaşacaksınız. Oysaki iman etmek ve imanın mucibince amel etmek için bizim hiçbir aksesuara, nesneye ve yardımcıya ihtiyacımız yok.

YERYÜZÜ MESCİDİMİZ

Efendimiz'in şu sözüne bayılırım ve özetlemeye çalıştığım bu muhataralı konuyu çok iyi özetliyor:

“Yer yüzü bana mescid ve sebeb-i tahâret (temizlik sebebi) kılındı. Onun için kim olursa olsun namaz vakti gelip çatmış ise bulunduğu yerde namazı kılıversin.” (Müslim, Mesâcid 3, hadis no: 521; Buhârî, Salât 56, hadis no: 84)