Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Önceki günün ikindi suları, vaktinde bitirilmesi gereken müşkül bir işle uğraşıyorum ama zihni aktivite yavaşlamış; ne yapsam mesafe alamadığımı hissediyorum; hafif tertip sinir basıyor.

Derken telefon çalıyor. Konuştuğu kişinin ben olup olmadığını öğrenen muhatabım hemen meseleye geçiyor, bir okuyucu olmalı...

-İşte şu filan filan filan cümle, bu cümleyi siz mi yazdınız?

-Evet ben yazdım, ne oldu?

O kısacık zaman dilimi içinde okuyucunun bahsettiği cümleyi hatırlar gibiyim; devlet fikrine saygı duymak gerektiğinden bahseden bir cümle ama hangi yazının hangi cümlesi, hâlâ bilmiyorum. Ne var ki selamsız sabahsız sorguya çekilmek de neyin nesi; muhatabımı tanımıyorum bile henüz,

-Affedersiniz de kimsiniz, nereden arıyorsunuz?

-Ben Hasan, İstanbul'dan arıyorum.

-Peki buyrun?

Ses tonu giderek yükselmeye başlıyor; o cümleden memnun olmadığı belli.

-İyi ya siz de aksini yapın o zaman, mealinde bir şey söylüyorum. Karşılığında daha yüksek ses tonuyla itirazlar geliyor. Sinirim benzin gibi parlayıveriyor. Hiç de hoş olmayan birkaç kelime sarfederek telefonu okuyucunun yüzüne kapatıyorum.

Durup dururken hiç tanımadığım birinin kalbini kırmışım, yüzüne telefon kapatmışım. Zihnimden kendimi haklı ve mazur göstermeye çalışan sebepleri sıralayarak normale dönmeye çalışıyorum. Haklıyım elbette! Telefonda öyle konuşulur mu canım! Elbette.. hatalı olan okuyucu...

Yeniden işime teksif etmeye çalışıyorum dikkatimi; olmuyor. Doktorlar bu saatlerde insanın kan şekerinin iyice düştüğünü, sinir sisteminin zayıfladığını söyleyip duruyorlar zaten. Bir pişmanlık dalgası hafif tertipten kıyılarıma sokuluyor ama aldırış etmiyorum, kendimi hâlâ çok haklı buluyorum.

Aradan sekiz-on dakika geçmiş olmalı. Telefon yeniden çalıyor;

-Aloo, siz filanca mısınız?

Yine aynı okuyucu; İstanbul'dan Hasan, onun sesi,

-Benim buyur?

-Sen benim yüzüme telefonu nasıl kapatırsın?...

O anda meseleyi, birinin yüzüne telefonu kapatma hakkını kullanabilme hürriyetine sahip olup olmadığımın sorgulanması gibi algıladığımı hatırlıyorum; o çokça tekrarlayıp durduğum, ele âleme talkın verdiğim temkin, basiret, itidal, teenni, tesamuh silinip gidiyor. Cinnetle itidal arasında bir saliselik bile fren aralığının kalmadığını işten işten geçtikten sonra öğrenmek ne kötü...

-..........!

Noktalı yerlerin hiç de doğru ve kibar olmayan birkaç kelimeyi temsil ettiğini anlayabilirsiniz ve o kötü sözler sahibine, yani bana ait. Çatt, telefonu kapatıveriyorum yine adamın yüzüne. Elim ayağım titriyor; o esnada yanımda bulunan birine, beni yalnız bırakması işaretinde bulunuyorum; işin mahiyetini bilmese de anlıyor ve dışarı çıkıyor.

Öfke yangını nasıl çabucak parladıysa, pişmanlık dalgaları da aynı serilikle vicdanı tokatlamaya başlıyor. Hata ettin, kalp kırdın, öfkene yenildin, oruçlu olman sana ispirto gibi parlama hakkı vermez, işin ruhunu lekeledin, olmadı, hiç olmadı!..

Yahu İstanbul'dan Hasan, ne olur bir kere daha çaldır şu telefonu; bak nasıl özür dileyeceğim senden; istersen bana göre yüzde bin haksız ol, saçma-sapan iddialarda bulun yine de alttan alacağım, ara ki şu yükten kurtulabileyim yahu. "İstanbul'dan Hasan" bir daha aramıyor; belki de yazardan bundan daha acı tarzda intikam alamayacağını anladığı için aramıyor; belki de "terbiyesize bak, şuna telefon edende kabahat" diye kendini azarlayıp hadiseyi unuttu.

Ben unutmadım; pişmanım, kendimi çok kötü hissediyorum. İstanbul'dan Hasan! Senden özür diliyorum, beni affet ve hakkını helâl et; belki sen haklıydın belki ben ama araya usul hatası girince esasın önemi kalmadı. Zarlar tavlaya düşmeden yenildim!