Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Yaşadığım şehirde ilginç bir gelişme gözüme battı: Köy dernekleri. "Mis gibi sivil toplum kuruluşu, ilginçlik bunun neresinde?" diye düşünebilirsiniz.

İlginç olan şehir ikliminde bile köy dayanışmasının sürdürülmesindeki ısrar ve inat. Tamâmen sâfiyetten kaynaklanan nostaljik bir gayret olsa bile bence hoş değil. Aslını inkâr eden haramzâde derler. Kimsenin aslını unutması veya inkâr etmesi değil mesele; şehir ikliminde bile köy kimliğine tutunmak, bu yolla şehir sistemi içinde meşrû bir mevzi kazanmaya çabalamaktır ki müsbet mânâda şehirleşme hızını ve üslûbunu aksatıp bozuyor.

Önceki akşam üstü Memurlar Vakfı'nın nâzik daveti üzerine Esenler Belediyesi'nin konferans salonunda yapılan bir toplantıya katılmak zevkini paylaştım. Sohbet esnasında Belediye Başkanı Mehmet Öcalan, ilçe belediye hudutları içinde 300 küsur adet köy, kaza ve il derneğinin faaliyet gösterdiğini söyleyince şaşırdım. Bu örgütlenme biçiminin hiçbir illegal tarafı yok elbette, kanuna göre tamamen meşrû ama mânâsı "İstanbullu" kimliği adına gönül burkucu. Hemşehrilik dayanışması neticede politik sisteme girmek için hatırı sayılır bir güç oluşturuyor ve bu tip katılma talepleri elbette sistemin dışında kalmaktan daha sağlıklıdır. İyi de, İstanbul ne olacak; "İstanbullu" dediğimiz o rafine kimlik nasıl yaşayacak ve rağbet kazanacak?

Farkındayım kolay değil; İstanbul yeni misafirlerine karşı hiç de güleryüz göstermiyor; yıllar önce İstanbul kütüğüne yazılmış olanlara da haşin davranmıştı ama bu huşûnetin acısını İstanbul'a ödetmek gerekmiyor. Her şehir kendi kimliğini bir an önce belirlemek ve üretmek zorunda. İstanbul söz konusu olunca bu mecburiyet, vefa borcunun da ilerisinde "vazife" haline geliyor. Otuz-kırk sene önce İstanbul'a yerleşmiş Sivaslılar, Kastamonulular, Erzurumlular belki ağız dolusu "İstanbulluyum" demeyi içlerine sindiremezler ama onların çocukları ve torunları artık rahatlıkla bu kimliği benimsemeliler. İstanbul bu mânâda cilvesinden vazgeçilemediği halde bir türlü nikâhlanılmaya lâyık görülmeyen bir "ikinci eş" muamelesini hak etmiyor. Milyonlarca insana iş, statü, meslek, çevre ve refah veren bir beldeye bu kadarcık olsun iltifat çok görülmemeli. İstanbul da artık Çorum kadar, Isparta, Aksaray, Malatya kadar aidiyetinden gurur duyulan bir kimlik halini almalı; buna ihtiyacı var çünkü. Asırlar boyunca Osmanlı hayat tarzına en mânidar ve rafine revnakler kazandıran, Devlet-i Aliyye'nin üslûbuna zenginlik katan yorgun pâyitahtın hakkıdır bu.

Aynı derecede göç alan her şehrimiz de benzer ihtiyaçlar içindedir. Bu yüzyılda bir şeyler yapacaksak elbette şehirlerde yapacağız. Üretkenliğin, nezaketin, uzmanlaşmanın, meslekli bir toplum olmanın ve milli kimlik inşâsının dinamosu şehirlerdir. Esasen bu yoldayız ama yaşadığımız şehirde köy ve taşra kimliğine sımsıkı sarılmak süreci uzatıyor ve güçleştiriyor. Belki tamamıyla psikolojik bir ayrıntı lâkin bir süre sonra elle tutulur menfî ve maddi tesirlerini görmezden gelemeyiz.

Şehirde yaşayan nüfusun "şehirli" hale gelmesi elbette kolay değil; işin zaman boyutu ise asla görmezden gelinemez; zamanı sıkıştıramayız ama yanlışta ısrar etmemek de bir kazançtır.

Tarihinde İstanbul asla İstanbullulardan ibaret bir şehir olmadı; beşeri mânâda daima taşrasından beslendi ama asırlar içinde "İstanbullu" diye, belki sayıca fazla anlam ifade etmeyen ama üst kimlik ve kültür zenginliği üretmekte son derece mahir bir insan katmanı oluşturmayı da bildi. Aynı üretimi her şehirde yeniden başarmak zorundayız. Yiğit düştüğü yerden doğrulur; XX. yüzyılda kaybettiğimiz şehirleri bu asırda yine kazanmamız lâzım.

Ne demişti Necip Fâzıl, "Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur"; bu da yeni kimliğin ikramiyesi işte.