Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Biz hâlâ olmayacak duaya âmin sadedinde "muhayyel" ve kıytırık bir AB üyeliği için zihni ve politik enerjimizi israf edip dururken Irak'ın şurasında burasında kaçırılan, rehin alınan, serbest bırakılan veya öldürülen Türk kamyon şoförlerinin haberini artık kanıksamış bulunuyoruz.

12 Eylül evvelinde de sağda solda öldürülen gencecik çocukların haberi, iç sayfaların eteğine sığınmış tek sütunluk asayiş bültenlerinin sıradanlığına dönüşmüştü hani; üstelik şimdi kaybettiklerimiz üniversite talebesi bile değil; ekmek parası uğruna her belâya ve mihnete katlanmaya hazır çâresiz insanlar. Her seferleri Rus ruletini andırıyor. İlk günlerde kamuoyunun haber iştahını kabartacak kadar renkli hikâyeleri vardı, şimdi sıradanlaştılar. Bile bile hükümetsizleştirilmiş bir bölgede ekmek derdine düştükleri için Türk hükümeti, onların hakkını soruşturacak bir merci bulamıyor.

Diğer taraftan yaklaşan nüfus sayımı sebebiyle özellikle Kuzey Irak'ta yeni bir politik iskân dalgasının doğurduğu huzursuzluklar had safhaya varmış durumda; Saddam zamanında Araplaştırma siyasetinin baskısıyla sarsılan Kuzey Irak Türkleri, şimdi bölgedeki Kürtleştirme kampanyalarının mağduru haline geldi. Dışişleri Bakanlığı, diplomatik dilin bildik temkinli üslûbunu son hadde kadar zorlayarak "gelişmeleri endişe verici" bulduğunu ve bölgedeki istikrarsızlığın patlamalara yol açacağını söylüyor ki bu ikazların âmiyâne tercümesi "felâket kapıda" demektir.

Türk Hükümeti'nin Irak'ta muhatap bulamaması, kendi hatalı ve ezik yaklaşımının neticesidir; Orta Amerika veya Pasifik ülkelerinden değil Irak'tan bahsediyoruz. Muhatap bulunamıyorsa inşâ edilmeliydi ama Türkiye bu şansını zorlamayı hiç denemedi; ikinci tezkerenin tartışılması esnasında Türk kamuoyuna zerkedilen "aman belâya bulaşmayalım" havasını hatırlayacaksınız. O gün belâya bulaşmamış olmamızı basiret zannedenlere söylememek gerekir ki, bugün o belâ diz boyuna gelmiştir; yarın boğazımıza kadar çıkması ise kuvvetle muhtemel.

Yaklaşık bir yıl önceki tezkere tartışmalarında pek de paylaşılmayan bir görüşü savunduğumu hatırlıyorum; ana hatları itibariyle Irak'ta mutlaka asker bulundurmayı ama bu askerî varlığın işgalci güçlere yamaklık yerine bölgedeki menfaatleri korumaya yönelik tutulması gerektiği, Türkiye'nin hatırı sayılır bir askerî güce sahip olduğu, bu gücü yeri geldiğinde elbette kullanılması gerektiği, Irak'a o gün asker yollamaz isek, Irak'ın yarınındaki yerimiz olmayacağı, Türk askerinin asayiş ve huzurun temini bakımından bölgede kaydedeceği başarıların, yarının diplomasisinde masaya konulan bir ağırlık teşkil edeceği yolundaydı ve şu cümleyle sona eriyordu: "Türkiye risk alacak, tehlike göğüsleyecek ki, sözü hatırı dinlenir bir uluslararası aktör haline gelebilsin."

Bugün Irak üzerinde askerî, diplomatik veya iktisadi hiçbir ağırlığımız yok ve olması da bu şartlarda muhal ihtimâldir. Halbuki hükümetin Irak'taki muhatabı bellidir: ABD. Mesele Türk hükümetlerinin ve devletinin ABD ile ilişkilerini daima bir "âmir-mâdun" çerçevesinde görmeye alışmış olmasında. ABD'ye, "Güçlüdür, nerede ne isterse yapabilme gücüne sahip, karşı çıkacağımıza dümen suyuna seyretmek daha akıllıca" yaklaşımının sığlığına yatmak, Türkiye'yi Irak konusunda neredeyse siyasetsiz ve hareketsiz bıraktı.

Dileyenin her şenaati işlediği bir kaos ortamında illâ da yapılmasında ısrar edilen şu sayımın sonuçları açıklandığında, geçen bir sene zarfındaki atâlet ve çekingenliğimiz daha iyi anlaşılacaktır.

İnşallah korktuğumuza uğramayız ama belirtiler en kötü sonucu işaretliyor!