Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Karla birlikte içimizde bir yerlere sığınıp kalmış romantizmin damarlarına kan yürür; neş"eleniriz. Onca mazarratına rağmen kar yağışının bu kadar sevilmesi, bizi doğrudan tabiatla ve tabii olanla temasa geçirmesindendir. Kar yağışı sadece çocukları sevindirmez; hemen hepimiz kar düşmeye başladığında sanki çok güzel bir zamanın başlangıç anlarını yaşadığımız hissine kapılmaz mıyız? Sanki dünya herkesin çocuklar kadar mutlu ve iyimser olduğu bir başka düzene doğru geçmekteyken yeni hayatın ilk perdesi kar yağışı ile açılmaktadır. Karla birlikte içimizde bir yerlere sığınıp kalmış romantizmin damarlarına kan yürür; neş"eleniriz.

Tenha veya kalabalık; beyaza bürünmüş yollarda yorulmak nedir bilmeksizin yürümek yürümek gelir içimizden. Merak ettiğimiz bir şey mi vardır yolun sonunda? Vardır; o güne kadar tanıdığımız her şey, kar altında başka çehreye bürünür ve biz onları yeni simâsı ile görmek, şaşırmak isteriz. Kar örtüsü kadar soyut ne vardır ki? Beyaz, sadece beyaz; o beyazlıkta derinlik ve ayrıntı yoktur. Öyle soyut ki sıradan renklerin milyonlarca farklı tecellisine alışkın gözlerimiz iş göremez hale gelir; çabucak yorulur, karaltılar başlar, hatta geçici körlük bile vardır işin ucunda.

Gök bile kar saltanatına itaat ederek kendine mahsus bir kokuyla gri-pembe bir libasa bürünür; "kar kokusu" diye bir şey vardır da ondan. Var mıdır dersiniz? Belki de öyle bir koku yok; olmadı hiç, biz sadece alıştığımız bütün tabii kokuları bastıran bir değişkenin eseriyle havanın kendi kokusunu almaktayız o an. Bir mânâda tabii olana, başlangıca ait olan şeye dönüyoruz. Onca mazarratına rağmen kar yağışının bu kadar sevilmesi, bizi doğrudan tabiatla ve tabii olanla temasa geçirmesindendir. Yağmur şeffaftır, kar ise mat; yağmur dokuya işler ve akar gider, kar değdiği yerde kalarak örter. Paltonuzun yakasına ilişip kalan o kristalimsi kar taneciği size sanki yüce dağ başlarından neş"e dolu bir selam getirmiştir; ormanların, derelerin, yüksek ağaçların, vadilerin ve uçurumların varlığını hatırlatmakta, sizi kendine çağırmaktadır. Gidemeyeceğimizi biliriz ama yine de neş"eleniriz ve açık gözlerle gördüğümüz rüyânın lezzetiyle iki ayrı zaman ve mekânı aynı anda yaşamaya başlarız. Çoğumuz farkında olmasa bile insanın böyle kabiliyetleri de vardır; müşkül, o anda fizik varlığımızın aslında hangi zaman ve mekânda bulunduğunu karıştırdığımız yerde başlar.

Fizikçiler beyazın renk olmadığını ileri sürerler; siyah da öyledir. Beşiktaşlı dostlara aslında "renksiz bir takım" olduklarını asla kabul ettiremesek de bütün renkler siyahla beyaz arasına sığınmışlardır. Işık ve karanlık. Bütün resim kağıtlarının, tuvallerin kahir ekseriyetle beyaz olması bu yüzdendir belki de. Bembeyaz, boş bir tabaka kağıt (tabula rasa) her şeye gebedir; onda baktığınızı görebilirsiniz; gördüğünü kağıda geçirenlere ise ressam derler. Karın örttüğü tabiat, bizde "tabula rasa" cinsinden bir kışkırtma uyandırmaktadır; siz orada görmek istediklerinizi görebileceksiniz artık; hayal gücünüz kamçılanmış, içinizdeki sanatkâr kışkırtılmıştır bir kere. Dünyayı yeniden kurup tasarlamak arzusudur bu ama hemen hepimiz şuuraltında nedense öyle kalmasını isteriz. Doğrusu insanların pek azı gördüğü rüyâyı tahakkuk ettirmek için tırnaklarını kanatacak kadar azim içindedir.

Bir yanıyla her kar düşüşünde bizi "başlangıç"a ait olana davet sezinleyip, kırlara, bayırlara, dağlara doğru açılmaya çağıran bir dâvet sezinlesek de, dâr-ı dünyâda vâsıl olmak istediğimiz yer, yine de saadethânelerimizdir. Saadethâne ne güzel kelime! Bir başkasının evini vasfederken "saadethâneniz" deriz; kendimizinkinden söz etmek gerektiğinde seçilen söz "fakirhâne" olur. Ne ilkinde yaltaklanan bir riyâ, ne de ikincisinde olanı olduğundan küçük ve mütevazı göstermeye kalkışan bir sahte mahviyet vardır; aslında kasdedilen her fakirhânenin bir saadethâne olabileceği, hatta olduğu gerçeğidir. "Kitapları dolduran sensin" diyen şair, nüktenin bütün çağrışımlarına kapılarını açık tutmaktadır; evleri dolduran, şenlendiren ve fizikî şartları ne olursa olsun onu bir saadethâne haline getirebilecek olan bizleriz. O halde ol nükteyi dua kabilinden anlamak lâzımdır; ezcümle: "Hâneniz saadethâne olsun!"

Yine de oraya dönmek isteriz; yollar çetin, hava haşin ama gönüllerimiz fırından yeni çıkmış francala gibi yaşama sevinci başından tüten bir tazeleniş çırpıntısındadır. Soğuktan sıcağa, güvensizlikten emniyete, kaostan düzene, tedirginlikten huzura yöneliştir. Derûnunda merhaba vardır; kıymetini samimiyetinde bulan bir hoşgeldin durmalıdır her evin kapı arkasında. Günün nimeti -bir ekmek olsun- o merhaba ile eve girecek, omuzbaşları kar tutmuş paltolar şöyle bir silkelenecek, pabuçlar eşikte pat pat yere vurulacak ve kelebek kozasına çekilecektir.

Kahrı da lütfu da baş üstüne; gökten ne yağdı ki yer kabul etmesin!

AKLINIZDA BULUNSUN

KENDİ ÇIĞIRININ ÖNCÜSÜ

BİR KİTAP: DİVANYOLU

Beşir Ayvazoğlu"nun "Divanyolu" isimli eseri, bir yıl içinde yayınlanan en dikkate değer kitaplardan biri bana göre. Bir semti ana fikir edinerek akla gelmesi muhtemel bütün yönleriyle bir fikir, tarih, sanat, mimarlık, siyaset ve edebiyat arkeolojisine girişmek, fikir ve sanat dünyamızda sıkça nümunesi görülür gayretlerden sayılmaz. Divanyolu, bu bakımdan "kendi gökkubbemizde" bir ilki teşkil ediyor; zira onun kıyısında izleri hâlâ ayakta duran ipuçlarını takip ederek varacağımız yer bizi tarif eden bir dünyâdır ve heyetiyle Divanyolu, nice zamandır bizim dünyamıza eğretileştirilen "Beyoğlu" edebiyatına karşı, çok kibar ve derûnî bir karşı bakış getirmektedir.

Dolayısıyla Divanyolu bir semtin, bir caddenin değil, bir iklimin, bir hâletin, hatta bir dünyanın kitabıdır. Hayli zamandan beri bu eser üzerine emek verip yoğunlaşan Beşir Ayvazoğlu"nun Divanyolu monografisi (Ötüken yayınları arasında neşredildi), dilerim ki kendi çığırının öncüsü olacak ve ardınca başka yazarlar, başka mânidar ilmekleri yakalayarak bu hayırlı çığırı genişleteceklerdir.