Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Trabzon’da bir çay ocağı. Müşterinin biri garsona sesleniyor: -Abi bize iki çay, ama biri açık olsun! Garsondan cevap:-Peki ama, hangisi açık olsun?


Kitabın adı “Aslı Gibidir”. Altındaki başlık ise özet mahiyetinde: “Kitaptaki kişiler ve olaylar hayal ürünü değildir.”

Anladınız tabii; anlatılanlar Karadeniz’de geçiyor ve hepsi de Karadenizlilerin başından geçen fıkra gibi ama gerçek hadiseleri konu ediniyor. Ötüken’in yayımladığı kitabın yazarı da Karadenizli; gazeteci dostum Harun Çelik. Karadeniz insanının emsalsiz mizah üreticiliği vechesi hakkında kafanızı şişirmeden sizi doğrudan fıkra gibi gerçekler şölenine davet ediyorum. Olayların kahramanı veya şahidi durumundaki gerçek kişilerin isimlerini merak edenler, kitaptan öğrenebilirler.


Uyanık bir Karadenizli, peşine takılan bir sokak köpeği ile gezinirken av meraklısı bir tanıdığına rastlar. “Köpek senin mi, satar mısın?” teklifine dayanamayan uyanık, köpeği sattıktan birkaç ay sonra, alıcı tanıdığı ile karşılaşır. Adam şikâyetçidir:

-La kardaşum, ha bu köpek ne ettiysem av aramayi...

-La nasil aramayii, ya al oğa yüz kontür, bak nasil arayi!


Şehirlerarası otobüsün kaptanı mola yerinden hareket ettikten sonra yolcuların da duyabileceği bir sesle, “Bişe unuttuk ama, bişe unuttuk ama...” diye söylenip durmaktayken Beşikdüzü civarında telefonu çalar, arayan otobüsün muavinleridir:

-Bizi bırakıp gittin kaptan, nerdesuun?


Spiker, Trabzonlu dedeye soruyor:

-Küresel ısınma hakkında ne düşünüyorsunuz efendim?

Cevap: Valla torunum, sobanun yeruni da hiç bişe tutmayi!


Samsun Beden Engellileri Spor Kulübü’nün bir müsabakasını izlemeye giden gazeteci, maç öncesi kulüp başkanına soruyor:

-Başkanım, kadroda sakat futbolcunuz var mı?

-Ne diyon sen abi, takımın bütün oyuncuları zaten sakat!


Trabzon’dan gece vakti kalkan yolcu minibüsü Akçaabat’a yaklaşınca yolculardan biri seslenir:

-Kaptan, beni ışığın altında indirir misiniz?

-Niye, hayirdur, karanliktan mi korkaysun?


Aşırı hız yapan Trabzonluyu trafik polisi durdurur. Ehliyet-ruhsat faslından sonra polis nazik bir sesle, “Arabanızı bağlayacağız beyefendi” deyince sürücü der ki:

-Arabanin ne suçi var? Kabahat benum. İlle bağalayacasan arabayi değil beni bağla!


Bu hadisenin şahidi kitabın yazarı... Cami uzak olduğu için Ramazan geceleri konu-komşu, eş-dosta teravih namazı kıldıran her günkü hoca o gün gelmeyince vazife, yazarın amcasına kalır. Namazın sonuna doğru rükû, kıyam, secde derken, imamete pek alışkın olmayan hoca tekrar ayağa kalkarken tekbir getirmeyi unutur. Hoca ayakta fakat çoğunluğu kadınlardan müteşekkil cemaat hâlâ secde vaziyetinde tekbir komutunu beklemektedir. Amatör hoca bir gariplik olduğunu sezer, arkasına bakar, vaziyeti anlar, biraz düşünür,

-Ula cemaat, imam kalkti, hayde siz da kalkun!


Sümela Manastırı’nın altındaki canlı alabalık lokantalarından birinde geçiyor olay. Yerli turistlerden biri havuzda oynaşıp duran alabalıkları göstererek soruyor garsona: “Taze mi bunlar?” Garson gayet pişkin:

-Yok abla, pil takip oynatiyiruk olari!


Bir hastanenin acil servisi. Yayaya çarpan araçtaki iki kişiden biri aldığı alkolden zom durumda sedyede yatıyor. Polisler alkol ölçen aracı sedyede yatan sarhoş sürücüye üfletmeye çalışıyorlar ama durum ümitsiz. Bunun üzerine yol arkadaşı, polislere müdahale ediyor:

-Memur pey, pen üflesam onun yerine olmaz mi; zaten ayni masada birlukte içtuk!


Yine bir âcil servis hikâyesi. Bir adam kalp krizi geçirmiş, pek fena halde, âdeta ölmeye ramak kala servise geliyor. Hemşire çıkışıyor hastaya: “Amcacığım bu saate kadar niye bekledin, canına mı susadın, daha erken gelseydin ya...” Hasta, zorla cevap veriyor:

-Tribazonsiporun maçi var idi da kızım!


Hadise eski zamanlardan. Tonyalı’nın biri, önlerinde inekleriyle yaylaya çıkmakta. Aylardan Ramazan, mevsim yaz, ortalık fırın gibi yanıyor. Derken öğleye doğru bir çeşme başı görünüyor ki, suyu pulat gibi. Tonyali, elini buz gibi suda soğuttuktan sonra ellerini açıp yukarı bakıyor: -Ey Allah’um içsam içerum. Ha bu iyiluğumu da unutma!


Tonya Merkez Camii imamı, hastalığı sebebiyle ölümüne yakın günlerde Emr-i Hakk’ın yaklaştığını hissederek, bir kasete kendi ölüm ilanını ve salâsını okuyup oğullarına teslim ve vasiyet ediyor ki, vefatında cami hoparlörlerinden yayınlansın. Öldüğü gün, Tonyalılar hoparlörlerden şöyle bir anons duyuyorlar: -Ben Mehmet Ali hoca. Ben öldüm!


Ankara’daki Karadenizli bürokratlardan biri, köyde tek başına yaşayan yaşlı annesini yanına almak için ısrar etmektedir ama valide hanım, köydeki ineğini bırakmak yanlısı değildir pek. Nihayet oğul hatırını kıramayıp Ankara’ya gelir ama gözü ve gönlü hâlâ köyde. İkide bir, “Uşağum gönder beni de gideyum köye” diye oğluna baskı yapmakta. Oğlu da biraz duygu sömürüsü yapayım, belki vazgeçer düşüncesiyle der ki: -Anne, sen köydeki ineği mi çok seveysun, beni mi?”

Cevap şöyledir: -E uşağum, senin yerun ayri, sığırumun yeri ayri!


Evden habersiz denize gidip eğlenen çocuklardan biri boğulma tehlikesi atlatır. Neyse ki etrafta başkaları da vardır, yetişip çocuğu kurtarırlar. Kendine gelince ilk cümlesi:

-Eğer boğulup da ölseydim var ya, akşam babam dayaktan eldururdi beni!