Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

"20. Yüzyıl başındaki Ankara'nın fotoğraflarına bakalım; pis, bakımsız, okulsuz, kavruk ve gariban... İşte sana Osmanlı Ankara'sı (...) hep sözü edilen Osmanlı'nın ince zevki nerededir?!

Eğer öyle bir mefhum olsaydı da, bireyler bunu içselleştirebilselerdi, bugünün insanları böyle mi olurdu? Evet, Osmanlı yalnızca kendine ve çok yakın çevresine latifti, inceydi. Eğer öyle bir bilgi ve anlama olsaydı, bu bilgi sonraki zamanlara da eklemlenerek gelmez miydi?"

"Anadolu insanı için taşıdığınız olağanüstü romantik iyimserliği deşifre etmeğe çalışıyorum."

Bu satırları bir okuyucu mektubundan değil, bir okuyucu defterinden iktibas ettim. Mersin'den Hüseyin Sungur, dikkatlerini, itirazlarını ve fikirlerini mektup yerine bir deftere yazmayı tercih etmiş, sağolsun. Yazdıkları ve özellikle tenkidleri, bir yerde herkesi ilgilendirecek nitelikte şeyler olduğu için —mektup sahibinden izin aldıktan sonra— sizlerle bölüşmek istedim.

Başım gözüm üstüne!

Okuyucu, defterinin bir yerinde diyor ki "Sanırım, tartışma ortamı yaratmaktan pek hoşlanmıyorsunuz; ben ise aksine kılıçlar çekilsin, namlular yağlansın, süngüler takılsın ve göğüs göğüse çarpışılsın isterim"; buradan başlamak belki de iyi olacak: Polemik sevmediğim doğru. Polemik, hakikate saygıyı, küçük ezikliklerin üstüne çıkarabilen bilgi kullanıcılarının harcıdır. "Ben de her fâni gibi yanlışlık yapmış olabilirim" mütâlaası, sahih bir polemiği sürdürmek için yetmez. Süngülerin meydân—ı celâdette parıldamasına itirazım yok ama şövalyelik kaidelerine daima itaat kaydıyla! Ancak herkesin yapabileceği kadar hatâ yapmış olabileceğini kabullenmek, bir polemiği başlatmak ve sürdürmek için yeterli olabilir mi? Polemikten ısrarla kaçınışım, itiraf etmeliyim ki yaralanmamak arzusundan ileri geliyor. Kendi hakkımda dürüst kalmaya çalışarak düşünüyorum; tenkidle karşılaşmak yerine övgüye muhatab olmak nefse daha hoş geliyor ama yanlışlarımı düzelten okuyucularımı daima ciddiye aldım; kendilerine bazen kapalı, bazen herkesin haberdar olabileceği usullerle hak verip teşekkür etmeyi ihmal etmemeye çalıştım. Ve hakaret ve aşağılama karıştırmaya yeltenenleri ise, süngü takıp kılıç çekerek cepheden göğüslemek yerine yok saymayı tercih ettim. Hüseyin Sungur gibi içinde hakikat endişesi taşıdığını hissettiğim münekkidlerin ise —şark tabiriyle— "başımın gözümün üstünde yeri var".

Karides tenceresini kalaylatmak

Kalemimin mürekkebi iki ayrı damar cidarından geçerek kağıtta iz bırakıyor; bir öğretim üyesi, bir tarihçi olarak ilmi disiplin ve usül muvacehesinde bir meseleye nasıl yaklaşmak gerektiğini biliyorum fakat her zaman bu lâzımelere riayet etmediğimin farkındayım: İlim olanla ilgilidir, halbuki —sadece ben değil— neredeyse 65 milyon insanla birlikte hepimiz "olması gereken"i tasavvur etmek ve onu kuvveden fiile çıkarmak hususunda niyet ve iştiha sahibiyiz. Toplum mühendisliği —ki bir yazımda bu tabiri "içtimai tulumbacılık" olarak kullandığımı hatırlıyorum, sadece içimizdeki —mahdut fakat müessir— aydınlanmacı Jakobenlerin değil, hepimizin gönlünde yatan aslandır ve sıralama itibariyle yağlı güreş, ikinci sırada yer alması gereken milli sporumuzdur. Bazen aynı mesele etrafında hem ilmi disiplin öğrenmiş birisi, hem de bir "denemeci" bakışıyla durduğum ve oyalandığım olur. Deneme, ilmî disiplin basamaklarını sabırla tüketmek yerine denemeciye merdivenin cilalı trabzan küpeştelerinden kayarak kestirmeden gitmek lüksü bahşeder. İzah yerine tesbitle yetinebilirsiniz; "olan budur" yerine "şöyle olmalıdır", hattâ "illâ ki olacaktır" diye gönlünüzdeki arslanı kükretebilirsiniz. Şiir gibi denemenin de keyfî bir ciheti vardır.

Ve bir başka ihtimâl; "bütün mânâ bir bakış açısından ibaret"; eğer "Anadolu insanı"na bakıyor ve onu nitelemek gayreti içinde bulunuyorsanız, onda mütenakız çehreler görmek tenâkuz değildir; tenkid sahibinin pekâlâ haklı olabileceği ihtimâlini asla gözardı etmeden (ki hüküm zâhire göre verilir; zâhir ise yazdıklarımdan ibaret, bütün düşündüklerimden değil) söylemeliyim ki meseleye hissî yaklaşmış olabilim; zira kendimi "Anadolu insanı"ndan hiç ayrı görmedim; bu yüzden onda sadece gördüklerimi değil, görmek istediklerimi ve varlığını hissettiğim güzellikleri vurgulamış olmam da mümkündür. Netice itibariyle ortalama temizlik kaidelerine aldırmazlığını, görgüsüzlüğünü, siyasi şuur ve ilgisinin gevşekliğini, içinde karides kaynatılan bakır tencereyi ertesi gün kalaylatmaya yeltenmesini * (ki bu satırların yazarı da aynı şeyi yapardı) veya fırsatçılığını bir marifetmiş gibi kristalize etmeden görmezden geldiğim olmuştur; bu, bende ilimden ziyade bir inanç meselesidir.

Yok bu şehr içre senin

vasfettiğin dilber Nedim...

Başa dönelim, yani "ince Osmanlı zevki"nin, niçin coğrafyanın her yerinde tecelli etmediği ve bugünün insanlarına niçin aksetmediği meselesine: Bu yakınmanın haklılığını tescil için Fransa'nın her yerinde bir Paris olup olmadığına bakmak gerekiyor. New York'un her yeri Bronx, İstanbul'un her yeri Sultanbeyli değil. Peki, daha dürüst olalım; "Osmanlı medeniyeti"nden Ankara'nın bahtına düşen güzellikler neydi? Hakikate yakın bir tablo resmetmedikçe suallerin aldatıcılığından sıyrılıp sahih bir cevaba ulaşmak kolay değil.

"Osmanlı medeniyeti" bir rüya medeniyeti, bir ütopya değildi. Her insani düzen gibi aksaklıkları, hatta insana gîran gelen cihetleri vardı. Her Osmanlı nakkaşı Levnî, her hattat Karahisarî, her şair Nâbî, her mimar Sinan, her Şeyhülislâm Ebussuud, her tarikat şeyhi Hacı Bayram değildi. Biz, Osmanlı hakkında hüküm verirken mukayese unsurlarına başvuruyoruz. Her mimarın Sinan olmadığı mâlum ama hemen her Osmanlı mimarı cephe ile pencere arasındaki nisbetin ne olduğundan elbette haberdardı ve elbette köhne Engürü'nün Samanpazarı'ndaki esnaf evlerini çatan dülgerler bu nisbetten haberdardı; medeniyetin ölçüsü, böyle teferruat standartlarında aranmalı ve kendi muasırları ile kıyaslanmalıdır. Şiirde vezin ve mazmun kalıpları, nakışta kompozisyon kuralları, renk ve figür hiyerarşisi, fıkıhta usul, hüsn—i hatta standart nokta kriterlerinin fevkine yükselebilen istif ve sadelik kudreti, musikide makam altyapısını kullanabilme mahâreti, şehircilikte mahrem alanlar arasındaki mesafeyi tesbit; insani ihtiyaçların coğrafi ve iktisadi şartlar ile imtizâcı, tarikatte edeb ve hayâ, siyâsette adâlet: Bunca fennin her Osmanlı şehrine eşit miktarda dağılması gerektiği, dün olduğu kadar bugün de insafsız bir beklentidir.

İnsafın miyârı ölçüdür

Eğer bir "Osmanlı medeniyeti"nden söz edilebilirse bu, şüphesiz şehirli bir standartlar sistemi idi ve Osmanlılar kendi standartlarını sadece İstanbul'da tekâsüf ettirmek yerine kendi şehirlerine teksîr etmeyi başarabilmişlerdir. Seyyahların Ankara'yı, Çorum'u, Kayseri'yi hâricen gördüklerinde toz içinde toprak damlı evler, yağışlı havalarda çamur içinde sokaklar, sefil görünüşlü insanlarla karşılaştıkları elbette doğrudur.

Aynı ölçü ile XVI. yüzyılda İstanbul'un her sokağının Divanyolu standartlarında olduğu söylenebilir mi? Fakat muhakkak derecesinde doğru ve yaygın vâkıa şudur: Osmanlı asırlarında Kilis'le Bursa kadıları aynı tarzda eğitim görmüş ve aynı hukuki kriterleri tatbik etmişlerdir; bu, her Osmanlı şehrinde aynı derecede adâletin hükümran kılındığı anlamına gelmeyebilir. Bu asırlarda Manastır ve Diyarbekir'deki meskenler farklı malzemeyle, hatta hariçten bakıldığında farklı mimari üsluplarda inşa edilmişlerdir fakat bu binalarda eşyânın ve insan—tabiat mesâfesinin yorumlanış tarzında derin ihtilâflar yoktur.

"O güzel insanlara ne oldu; beyaz atlara binip nereye gittiler?" sualinin cevabı da aynı kapsam içindedir; Osmanlı şehir kültürünün dinamikleri modernitenin ve XX. yüzyılın ilk çeyreğinde maruz kalınan kültür şokunun sadmesiyle iç tutarlılığını kaybetti ve o kültürden geriye iki net tavır kaldı: İlki tarihi tecrübeyi tamamen reddetmeyi ve bir başka medeniyet dairesine geçmeyi tercih edenler, ikincisi ise tarihi tecrübeyî "değişerek devam etmek" niyetinde oldukları halde bu ağır yükün enerji ve görgüsünden mahrum kaldıkları için aynen taklid etmekten gayrı çıkar yol bulamayanlar. Her iki tercihin de eksik ve yanlış olduğu bugün âşikârdır. Değişim vuku bulmuş, ancak bütün beklentilerin aksine değişimden beklenen hedefler tahakkuk etmemiştir. Nasıl edebilirdi ki?

Peki ya köyler? Medeniyetin dinamikleri sadece "şehir"den beslenebiliyorsa, köyde yaşayanlar bu hesabın neresindedir? Elcevap: Dışındadır; asker kaynağı, vergi mükellefi ve hububat müstahsili olmak haricinde köyler, dünyanın hemen her yerinde XX. yüzyılın ortalarına kadar tarihin ve medeniyetin seyrinde etkisiz eleman olarak kalmaktan kurtulamadılar.

..

"Okuyucu defteri"nde daha tartışılması gereken hayli mesele var; eğer sıkılmazsanız zaman zaman bu deftere dönüp âmme huzurunda münakaşaya devam edeceğiz.

(*) Karides tenceresi dâvâsı özetle şöyle: Hadise Mersin'de güngörmüş bir evde cereyan ediyor. Hüseyin Sungur'un annesi vaktiyle evde karides pişiriyor. Zannımca kayınvaldesi ise içinde böcek kaynatıldığı gerekçesiyle tencereyi kalaya gönderiyor. Bu hadiseyi, hakkında hüküm vermek için değil, temsil kabiliyetini yüksek gördüğüm için vurgulamak ihtiyacı hissettim.