Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

İçlerindeki darbe heveskârlarına ve hâlâ bunca olup bitene rağmen ordunun itibarını savunmak, izahı bugünlerde zor, müşkil bir tutum. Kezâ aynı şeyleri savunuyor veya koruyor gibi görüntü vermeye mukabil bir fasıl milliyetçiyle, ulusalcıyla ters düşmek de öyle… Vaktiyle siyasi İslâmcılık davası güdenlerle de yollarımız böyle ayrılmıştı. Başlıca sebep İslâm’ın kendisi değildi ki; edâ idi, tavır idi, duruş idi… Aynı olguya başkaca duruş yerlerinden bakmanın getirdiği yorum farklarıdır bunlar.

KAÇ RADİKAL İSLÂMCIDAN, SIĞIN MUTEDİL MÜSLÜMANA...

Geçenlerde bir İslâm ülkesini ziyaretten dönen bir ahbabı dinlemek fırsatı buldum. Diyor ki: “Biz, kendi ülkemizde başkalarına göre ılıman diye nitelenecek İslâmi ve dinî hassasiyetlerimiz sebebiyle muahezeye uğruyor, yadırganıyor, bazen itilip kakılıyoruz. Ziyaret ettiğimiz yer bir İslâm ülkesi idi ve bir süre sonra fark ettik ki oradaki varlığımız, siyasal İslâmcı radikaller tarafından hemen fark edildi, fena hâlde yadırgandı ve bir süre sonra hakkımızda olumsuz tutum takındıklarını gördük. Ne gariptir ki bu ülkede bizi en iyi anlayan ve bizimle müşterek bir iletişim dili kurmayı başarabilenler, o ülkenin şartlarına göre laik kesim diye isimlendirilen entelektüeller oldu. Laik diye bilinen insanlarda gördüğümüz insani yakınlığı, sert Müslümanlarda bulamadık. İlk bakışta şaşırtıcı, hatta imkânsız gibi görünen bu garâbetin sebebi açık. İnsanların ancak daha sert İslâmcı çizgiye yönelerek birbirlerine üstünlük kurmaya kalkıştığı bir zihin ikliminde mutediller, laik diye adlandırılıyorlar veya kendilerini bu isim altında daha rahat ifade ediyorlar...”

Evrensel olduğunu pekâlâ bildiğimiz İslâm, niçin bazı Müslümanlarla aramızda uhuvvet ve muhabbete medâr olamıyor? Bu sorunun gölgesine Müslümanların bütün başarısızlıklarını aramak veya gizlemek mümkündür.

Fikir, evet mühim fakat üslûp ve karakter; hele hele şahsiyet en az fikrin kendisi kadar hayatî öneme sahip.

MÜŞTEREĞİMİZ İHTİLAFTAN DAHA FAZLA

Düşünüyorum meselâ: Parti lideri kimliğinden sıyrılmış bir Deniz Baykal, mazbut, muhafazakâr dünya görüşüyle, devleti fevkalade ciddiye alan yaklaşımı ve aile hayatına gösterdiği titiz hassasiyetle pekâlâ dostluğundan lezzet alabileceğiniz biri gibi görünmüştür bana. Başka zamanlarda, başka mekânlarda, başka vesilelerle aradaki siyâsi görüş ihtilâfının mesafesi kolayca kapanabilir. Kezâ şimdilerde Silivri’de tutuklu yargılanan veya davaya tutuksuz katılan sanıklarla pek çok hassasiyeti paylaşıyor olmak pek tabii bir durum. Bunca insanın hepsinin birden sorumluluktan uzak, millî hassasiyetlere karşı itinasız, memleketin kötülüğü için her sabah kalktığında “bugün ne fitne düşünsem” diyecek cinsten çok köşeli şahsiyetler olmadığı âşikârdır. Hesaba vurulsa müştereklikler, ayrılıklardan fazla çıkar.

Bir şeyler oluyor, ayrışıyoruz; savruluyoruz...

HRANT DİNK’LE VE KATİL ZANLILARIYLA PAYLAŞTIKLARIMIZ

Hrant Dink’in şu memleket hakkında söyleyip yazdıklarına, duyup hissettiklerine ne kadar katılıyor ve anlıyorsak onun katil sanıklarıyla bile pek çoğumuzun bir yere kadar fikrî müştereki var. Hrant Dink için özyurdu Türkiye’de, Anadolu’da, doğum yeri Malatya’da, hatta en kozmopolit şehrimiz durumundaki İstanbul’da yaşamak, hepimizden daha fazla güçlükle boğuşmak gereken çileli bir işti. Ermeni muhacirlerini bağrına basmakta her zaman hüsnükabul gösteren Batı ülkelerinden herhangi birine göçüvermek onun için aksine, ne kadar kolay bir şeydi. Hrant Dink zor olanı, dar kapıyı seçti. Böyleleri memleketin hakiki “yerlileri”dir; aradaki din farkına bakarak bir hamlede öteleyip görmezden gelmezsiniz. Bölüşecek nice şeyiniz olduğunu fark ettiğinizde iş işten geçmiştir ve öyle oldu. Hrant Dink’in katil sanıklarıyla da hayliden fazla ortak paydaya sahip olduğumuz âşikâr. Birini maktul, ötekini maznun veya mahkûm mevkiine iten sebep nedir peki? Nedir zor olan, o fikri taşımak mıdır; o fikrin ne idüğü hakkında düşünmek, kendince o fikri yargılamaya girişmek midir?

VATAN İÇİN ÖLMEKTEN DAHA ZOR OLAN NEDİR?

Vaktiyle suya sabuna dokunmayan, bizim gibi fikrini bangır bangır haykırmaktan çekinen, üstelik bizi öyle yapmadığımız için eleştiren arkadaşlarımızı renksizlik, ödleklikle suçlayarak köşeye sıkıştırmaya çalışırdık. Bir delikanlının, bir ferd-i vahidin fikir sahibi olması, tek başına mühim, kaçınılmaz derecede mühim bir şey görünüyordu demek ki bize.

Yanılmışız, yanılmışım.

Bir fikre taraftar olmak dünyanın en kolay şeyiymiş; hatta o fikir uğruna icabında canını tehlikeye koymak da öyle. Bazen bu gerçeğin neredeyse kelimelerle bile telaffuz edildiğini duymuşumdur. Değerli hedefler, yüksek idealler uğruna candan geçmenin erdemini ne azaltabilir ki? Esasen böyle şeyleri erdem terazisinin kefelerine koymaktan şunu kabul etmeliyiz; yapıcılık uğruna çalışıp didinmek, hayatı çoğaltmak ve güzelleştirmek de çok değerlidir.

Fikre taraftar olmak değil, hayır... fikri taşımak, fikri temsil etmek, fikrin sorumluluğunu da üstlenmek ve en zoru o fikirle bir şeyleri iyiye doğruya, güzele doğru değiştirmek için cehd içinde olmak. Şucu olmak, bucu olmak ne kolay; o şeylerin ne idüğü hakkında sorumluluk hissetmek ne kadar zor. Galiba, pek çok şeyi paylaşıyor görünen insanları, bir noktadan sonra farklılaşmaya mecbur eden sebep, anafikrin kendisi değil, üslûptaki sertlik ve aşırılık olsa gerektir. Bizzat üslûp, çoğu zaman anafikrin kendisinden ziyade önem ve ağırlık kazanıyor.

KEŞKE İHTİLAFIMIZ “FİKİR” OLSAYDI

Biz öyleyse bugün derin fikir çatlaklarına ve ayrılıklara yaslanan bir kutuplaşma yaşamıyoruz; zâhirde fikir farklılığı gibi görünen şey, üslûp ayrılıklarıdır. Fikrî çatışmanın çok yüksek derecede etkili olduğunu zannettiğimiz 12 Eylül öncesindeki ideolojik kamplaşma döneminde bile sertliğe sebep olan fikir değil, hareket üslûbu idi. Birbirinden öldürecek derecede nefret eden farklı uçlara mensup gençler, 12 Eylül’den sonra sâkin ve ivazsız ortamlarda birbiriyle konuşma fırsatı bulduklarında aslında aynı teknenin hamuru olduklarını şaşırarak fark ettiler. Herkes zulme, adaletsizliğe, yoksulluğa karşıydı; herkes adalet, eşitlik ve kardeşlikten yanaydı ama üslûp farkları yüzünden birbirlerinden nefret ediyorlardı.

Siyasi çekişmeleri bir tarafa bırakalım; insanı insana sevdiren nitelikleri, donanımı değil de, şahsiyeti değil midir?

Teşhiste yanılmayalım; yapılan kamuoyu yoklamalarında açıkça görünüyor ki, farklı partilere oy veren seçmenler arasında esasen mühim ölçüde fikir ayrılığı görünmüyor; meselâ AK Parti ile MHP seçmenleri arasında dünya görüşü bakımından hemen hiç fark yok. CHP’li seçmenin laiklik endişesi dışında bu ortalamadan aynı derecede hissedar olduğuna eminim. Kamuoyu araştırmasına bile gerek yok aslında; birbirimizi tanıyor, biliyoruz.

Hayır- herkesin aynı fikir etrafında toplanmaya mecbur kalacağı bir yeknesaklığı özlemiyorum; öyle olsa “Tek Parti dönemi”ni eleştirmeye yüzümüz olmazdı. Maksadım sadece ihtilâflarımızın iç yapısını göstermek, ne kadar alelade şeylerden dolayı kamplaşmaya kadar varan asabiliklere bürünebildiğimizi hatırlatmaktan ibaret.

Belki de diyorum, aramızda gerçekten önemli fikir ihtilâfları olsaydı; biz daha yumuşak ve medenî bir siyaset iklimi inşâ edebilirdik; sertleşmeyi, benzerlikler ve müştereklikler kışkırtıyor olabilir pekalâ...