Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Kemal Tahir merhumun meşhur ‘Üçleme'sinin, (Hatırlayalım: Esir Şehrin İnsanları, Esir Şehrin Mahpusu ve Yol Ayrımı) ilkinde, yani Esir Şehrin İnsanları'nda, Mütareke devri İstanbul'u anlatılıyor. Ankara'yla İstanbul arasında tereddüd geçiren yorgun bir kuşağın düşünce izleri, bu kitapta büyük ustalıkta resmedilmiştir.

Nakledeceğim hikâye, İstanbul'daki mütareke hükümetinin Bekir Ağa Bölüğü'nde tutuklu Kuva-yı Milliyeci İhsan'ın ağzındandır.

Bekir Ağa Bölüğü, şimdi İstanbul Üniversitesi kampüsü, o zamanki Harbiye Nezareti içinde yer alan, hapishane olarak kullanılan ve bu şöhretiyle Türk edebiyatına geçmiş ünlü bir mekân; o günün Silivri'si bir bakıma.

İhsan anlatıyor...


Çöküntü devirlerinde iki çeşit insan meydana çıkıyor. Namussuzlarla namuslular... İki tarafta da boğuşma büyük bir şiddetle, açıktan yürüyor. Hele önce vatandaş sonra insan olunması gereken dehşetli sıralarda faziletle alçaklığın boğuşması kadar korkunç muharebe yok (...) Oysa esir bir şehirde dost kim düşman kim bilinmez.

Karısı soruyor İhsan'a: ‘Peki, neden bu hale gelmiş?'

-Muharebelerde herkes yiğitçe dövüşmez ki... Bazısını şarapnel yıldırmaz da sefalet yıldırır. Ben artık bitmiş bir adamım der, buna da kendini inandırırsa insanın düşemeyeceği alçaklık çukuru kalmaz. Yılgınlık adamda hesap, kitap, akıl, mantık bırakmıyor. Bir yedeksubay arkadaşım vardı. Çiçek meraklısı idi. Esir kampında mutlaka iki konserve kutusunda, iki incecik yeşillik bulunduruyordu. Geçen gün rastladım, bir kahveye oturup konuştuk.

Muharebede o kadar pervasızdı ki eski çavuşlar onun takımına düşmemek için dua ederlerdi. Sanırsın yüz kere denemiş de inanmış ki kurşun vurmaz, mitralyöz işlemez, gülle parçalamaz, tifüs öldürmez, açlık, susuzluk insanı güçten düşürmez...

‘Anadolu'ya geçecek misin?' diye sordum. Zerre kadar utanç duymadan ‘hayır' dedi. ‘Ben bu işe karışmayacağım; doğrusunu ister misin, benim gözüm yıldı. Ben artık hiçbir işe yaramam.'

Annesine birkaç defa ölüm haberi gelmiş... Çünkü birkaç defa haftalarca düşman içinde kaldı, hepimiz öldüğüne inandık. Sonra esir düştü. Gene öldüğünü söylemişler, hatta ailesine aylık bağlanmış.

‘İstanbul'a döndük dedi, bir akşamüzeri.. Bizim mahallede bir yokuş vardı. Alacakaranlıkta bunu çıkıyorum. Bir yeldirmeli kadın da iniyor. Neredense annem olduğunu tanıdım. Bakkala yoğurt almaya gidiyormuş. O kadar heyecanlanmıştım ki duvara yaslanarak bekledim. Benim hizama gelince ‘anne' dedim. Bunu demedim, adeta inledim. Neredeyse ağlayacaktım. O da benim sesimi tanıdı. ‘İsmail sen misin?' diye sordu. Hani gereksiz sorular vardır ya işte onlardan birisi... Yoksa beni tanıdı.

Ne yaptı bilir misin?

Elindeki kâseyi eğilip yere koyduktan sonra kucakladı beni... Biz ana-oğul öylece ağlaşırken, yemin ederim ki aklı fikri yere bıraktığı kâsedeydi... ‘Aman kırılmasın!' Ben kendimi belki yüzlerce defa o kâseden daha değersizmişim gibi ölüme attım. Bunu sen gördün, bilirsin... Annem, mezardan gelen oğlu için, kenarı çatlak bir kâseyi –Vallahi kenarı çatlaktı, eskici Yahudi iki kuruş vermezdi- yere atamadı.

Sonra akrabaları, dostları, komşuları, hemşerileri dolaştım. Hepsinde ‘Kâseyi yere atamamak' hali fazlasıyla vardı

(...) Bir şeyler söyledim. Hata ediyordu elbette... ama bitmiş bir adama mantık kâr eder mi?

CEHL-İ MÜCESSEM (*)

Fotoğrafı Konya'dan bir okuyucu gönderdi. Böyle muzır şeyleri görünce ben de mümkünse fotoğrafını çekiyorum. Şimdi herkesin cebinde, üstelik hayli güçlü işlemcilere sahip fotoğraf makinesi hatta kamera olunca hiçbir şey gizli kalmıyor.

Fotoğraftaki obje gizli-saklı bir şey değil. Konya tren istasyonundan bir kısmını gösteriyor. Ekran benzeri pencerelerde herhalde reklam metinleri yer alacak. TCDD işletmesi bir özel firma ile anlaşıp standları yaptırmış, güzel fakat garâbet, standın üstündeki tabelayla başlıyor.

Şehr-i stand...

(Oh I didnt understand!)

Birkaç seneden beri moda oldu; ticarethane ismine bir Osmanlı havası vermek isteyenler Osmanlıca terkiplere rağbet göstermeye başladılar. Eksik olmasın Ali Çolak, “Tabela Osmanlıcılığı” başlığıyla kaleme aldığı yazıda “Ciğer-i Keyf, Şehr-i Dürüm, Şehr-i Kebab and Lahmacun, Kubbe-i Aşk, Kebab-ı Keyif, Keyif-i Sofra” gibi lezzetli ve iştah açıcı misâller vererek söylenmesi gerekeni söyledi. Bunun gibi daha yüzlercesi var yeni ticari Osmanlıcılık cereyanının...

Osmanlıca terkib yapılmasın mı; yasak yok fakat espriyi iyi bulmak, dil zevkini rencîde etmemek ve pitoresk hatta oryantalistik bir şey yapacağım derken komik olmamak lazım.

Gençlik yıllarımda Osmanlıcaya meraklıydım ve iyi Osmanlıca bilen bir ağabeyime, o hevesle tarz-ı Osmânî üzre bir mektup yazmıştım; cevabını hâlâ unutmam: “Cin olmadan adam çarpmaya kalkışmanın mânâsı yok, lugatten kelime bularak Osmanlıca bir metin tertib edemezsin. Her kelimenin akrabası, ahbabı, tanıdığı cinsten kelimelerle beraber kullanılması gerekir. Yaptığın ucuz ve beceriksiz bir taklit. Bir özenti. Eğer pek hevesliysen sadece kelimeleri değil, cümleleri de tasarruf edecek derecede eski metinlerle uğraşman gerekir” demişti meâlen. Mahçup oldumsa da öğüdünü ciddiye aldım ve bu faydalı tenkidi başımın üstüne koydum.

Bu komik terkipleri icad edenlerin eski lisâna hâkim olduklarını düşünebilir misiniz? Öyle birikimi olan zaten böyle acemilikler yapmaz. Bunlar heveskâr acemi işi, mâsum yanlışlıklar. Gençtir, heyecanla ‘güzel bir buluş yaptım' diye teklif eder fakat o kurumda görevli -ve bu konularda daha ehliyetli- bir yetkili de der ki, “Dur arkadaş, kendimizi âleme rüsvay etmeyelim, böyle olmaz; hele hele böyle harcıâlem şeylerde Mevlâna türbesinin konik çatısını (Kubbe-i Hadra!), çerçeve âyetleriyle birlikte kullanmak hiç olmaz. Anladık turistik tanıtma yapıyoruz lakin her şeyin bir haddi, hududu var. Kaldırın bunu, yerine daha mûnis, kabul edilebilir bir şey yapın veya en iyisi hiç yazmayın. Üstüne bir etiket koymayınca tren yolcusu bu standı fırın veya bilet gişesi zannedecek değil ya...”

Osmanlı hayranlığını anlarım fakat bırakınız tarihini, kültürünü, lisanını, elifbâsını bile bilmeden Osmanlıcılık yapmaya kalkışanları anlamamakta mâzurum.

Şehr-i Stand buluşu Konya tren garına yakışmamış!

(*) Başlığın ne mânâya geldiğini, bu ilginç terkibin müellifi şıp diye anlayacaktır!