Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Devlet, kurulduktan sonra halkın içinden gelen temsilciler aracılığıyla ve vekalet usulüyle işleyen bir hükümranlık değil; böyle devasa bir hükümranlık cihazının, böylesine değerli bir kudretinin başıboş bırakılacağı düşünülemez elbette: Onun "daimi" sahipleri var ve devlete temellük edenler, ellerinde tuttukları gücü demokrasinin centilmenlik kaidesi gereğince başkalarına devretmeyi düşünmüyorlar.

Bizim demokrasi tatbikatımız, halkın kendisini iktidara yakın hissetmesi üzerine kurgulanmış; yakınlığın "sahibiyet"e dönüşmesine değil. İktidarı seçimler tayin etmiyor, iktidarın sahibini belirlemek için daha uzun zaman aralıklarında daha büyük çaplı manevralara ihtiyaç duyuluyor: Darbeler, komplolar gibi.

Devlet başkanlığının durumu 82 Anayasası ile epey güçlendirildi; ama yürütme ve yasamanın önüne geçecek kadar değil. Buna rağmen sanki milletçe bir ölüm-dirim riskine maruz kalmışız gibi mesele abartılıyor, akla hayale sığmayacak ince taktikler döktürülüyor; önce küçük, daha sonra daha sert elenseler çekiliyor, kurtkapanları kuruluyor, kündeler dolduruluyor. Mayısa kadar nasibi olanlar kim bilir daha ne tür entrikanın kotarıldığını görecek ve eminim ki daha çoğundan ise habersiz kalacak.

Biz kağıt üzerinde halkız ve bu hesabın hiçbir yerinde yokuz; futbol seyircileri gibiyiz. Oturtulduğumuz tribünden maçın gidişatına hiçbir tesirimiz olamayacağı ayan-aşikar belli iken "şu kazansın, filan kazanmasın" diye tezahürata devam edip duruyoruz. Kağıt üstünde demokrasinin pek çok icabı mevcut görünüyor ve bu bir görüntüden ibaret. Demokrasi, biz gönüllü olarak varlığına inandığımız kadar var. Bizim beklentilerimiz ve ümitlerimizin haricinde kendiliğinden işleyen demokratik bir cihaz mevcut değil. Olabilir miydi ki?

Bazı okuyucular niçin karamsar ve tenkitçi şeyler yazdığımı soruyorlar; siyasetin tabiatını ucundan-kenarından da olsun fark etmek insanı karamsarlaştırıyor. Siyaset ise hayatın neredeyse bütün kompartımanlarını sürükleyen bir lokomotife benziyor, ne kadar dışında kalmak istesek, ne kadar bigane tavır takınmaya itina göstersek de ivmesinden kurtulamıyoruz. Tenkit yoluyla iktidar sahiplerinin ıslah-ı nefs etmesini beklemek saflık; gücün tabiatı, mutlak aklın bir başkasında olamayacağını güç sahibine telkin eder ve esasen güç bunun için sahibini baştan çıkarır. "Taç giyen baş akıllanır." diyor Frenkler. Bu düzlemde akıl akıldan üstün değil; herkes muktedirlerin aklına ram olmak zorunda. Kimsenin aklına ihtiyacı yok devletin. Devletin nasihatle, "kırkıncı oda"ların kapılarını açacağını, tabiatını güzelleştireceğini beklemediğimize göre yazıp-çizmenin anlamı ne? Doğrusu bu noktayı düşündükçe magazin yazarlarına, bedava maç seyredip yorum döktüren futbol yazarlarına imreniyorum. Kimi tırnak bakımı hakkında faydalı öğütler veriyor, kimi pırasanın faziletlerinden bahsediyor, kimi de hayat arkadaşını okuyucusuna çekiştirip duruyor. Hele içlerinde birisi var ki yazılarını hem zevkle okuyor ve ferahlıyor, hem de adama imreniyorum. İmreniyorum; çünkü öyle sanıyorum ki yazısını bitirdikten sonra ruhunu yelpazelenmiş hissediyor. İşte imrendiğim haslet bu: Serde hocalık var ya; olguyu izah edeceksiniz, unsurlar arasındaki münasebetleri göstereceksiniz, adil davranmaya dikkat kesileceksiniz, kalp kırmayacaksınız, seviyeyi muhafaza edeceksiniz ve itidalden ayrılmayacaksınız, taraf olacak; ama tarafgirlik etmeyeceksiniz, karşı tarafa yorumda bulunma fırsatı tanıyacaksınız. Latinlerin bir sözü var; "Saymalı değil tartmalı." diyorlar. Saymak kolay, tartmak zor, yorucu, yıpratıcı.

Yazılı basının kısm-ı azamı insan eti satılan modern marketleri andırıyor; erkek eti ancak kanlı olursa cazip bu pazarda, kadın eti ise körpe. Televizyonların "prime time" dedikleri saatlerde gösterdiği abur-cubur şeyler inanılmaz derecede kötü, ucuz, bayağı ve sersemce. Bu düşkünlük neye işaret ediyor: Bize sunulan şeyleri seviyor muyuz, yoksa "böylesi size fazla bile" anlamına mı geliyor? Bana, iyimser olmak, güzel şeyler düşünebilmek, hayata gülümseyerek bakabilmek için ciddiye alınır bir sebep gösterebilir misiniz?

Bir şeylere tutunmak gerek; bildiklerimize, düşündüklerimize, nefsimize karşı duyduğumuz saygıyı muhafaza edebilmek için bir şeylere tutunmamız gerek. Neyse ki hala dostluk var, sevgi var, güzel günlerin geleceğine dair ümit kırıntıları var ve hepsinden güzeli yaşadığımız şu hay-huyun mutlak "fena" bulacağına duyduğumuz iman var. Neyse ki dünyayı ıslah etmek, memleketi kurtarmak son kertede cılız omuzlarımıza tahmil edilmiş bir mükellefiyet değil; küçük sorumluluklarımız dünyayı ve memleketi ıslah etmekten daha zor ama olsun; bu mükellefiyetin muktediri biziz. Bizim sorumluluğumuz daha "küçük" ve daha ağır: Aşkı çoğaltmak, hayra amil olmak, başkalarına zarar vermemek ve niçin var olduğumuzu bilmek. Kötü bulduklarımıza tahammül etmek ise ancak sevgiyi çoğaltmakla mümkün.

"Bugün için kalbime sevgi ilham et Rabb'im" demişti bir yazar, "içimde sevgi olmazsa nasıl dayanabilirim?"

Hoş gör okuyucu; bugün böyle!