Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Son aylarda arka planında Kadıköy görünen birkaç kitap okudum; bunlardan ikisi hâtıra eseriydi: Ali Neyzî’nin “Hüseyin Paşa Çıkmazı, No:4” (1983) ve Memed Fuad’ın, “Gölgede Kalan Yıllar”ı (1997) ....Öteki ise Safiye Erol’un daha önce bir yazıda bahsettiğim Dineyri Papazı ve Ülker Fırtınası adlı romanları.

Şüphesiz Kadıköy’den bahseden ve doğrudan Kadıköy’ü anlatan kitaplar, “Şehrengiz Edebiyatı”mızda hızla artıyor ve eskilere nazaran bu yayın bolluğundan yeni akademik çalışmalar doğmasını bekleyebiliriz. Okuyacağınız yazı, Türkiye’de “Laik Cemaat”in nerede, nasıl ve hangi beşeri coğrafya içinde filizlenip büyüdüğüne dair bazı ön tesbitleri kapsıyor; bu ön tesbitlerin daha ciddi ve kalıcı ilmî araştırmaya dönüşmesine çok ihtiyacımız var; zira Türkiye’de Laik Cemaat, artık rahatlıkla ileri sürebiliriz ki geçici bir ârıza değil, bilakis tarihi köklere sahip ciddi ve kalıcı olgudur.

İşte bahsettiğim kitaplardaki arka plan bilgileri, zihnimde daha önce kaba-saba bir tasvir taslağı halinde duran bazı fikirlerin netleşmesine yardım etti.


Taşra, üç aşağı beş yukarı ortak unsurların terkibidir. Mutfağı, giyim-kuşamı, gelenekleri, türküleri, konuşulan ağızlar birbirinden farklı gibi dursa da diyelim ki Denizli ile Malatya’yı, Giresun’la Yozgat’ı buluşturan müşterekler vardır ve bunların en başında –sırf merkezden uzak olmak bakımından- taşra ve taşralılık gelir. İstanbullular için taşra kelimesinin farklı bir mânâsı olduğunu da sonradan öğrendim. Vilayet mektupçuluğu vazifesiyle Bursa’ya –üstelik kadrolu, maaşlı, unvanlı- gönderilen, daha doğrusu sürgün edilen Süleyman Nazif’in uğradığı muameleden ötürü kendini ne kadar mağdur ve eziyete uğramış hissettiğini belki duymuşsunuzdur. Bırakınız Bursa gibi XX. yüzyılın ilk senelerinde cennetâsâ bir beldede yaşamaktan hoşnutluk duymayı, has İstanbullular için bugünün Bakırköy’ü, Erenköy’ü, Beykoz’u bile gurbet gibi bir şey sayılıyordu.

Varsa yoksa Suriçi semtleri, onun yanına bir miktar Beyoğlu, bir tutam da Üsküdar ilave ediniz... Vükelâ ve küberâ takımı için Boğaziçi bile, ancak kıyıcığına ilişmiş yazlık yalıları ile ancak bir mevsimliğine kahrı çekilir bir “Şen gönüller yatağı” olmuştur.

Eski İstanbullular’ın, biz taşralılara bile hoş görünen bir benmerkezci tabiatı vardır.

Bu hesapta Kadıköy yok; arkeolojik açıdan 5 bin yıllık bir geçmişi olsa da Kadıköy’ün İstanbul’dan addedilmesi daha dün kadar tazedir. Düne kadar Üsküdar sancağına bağlı bir bucak iken 1930’da ilçe merkezi yapılarak Erenköy ve Kızıltoprak bucaklarına merkez olmuş.


Erenköy ve Kızıltoprak, son devir yüksek Osmanlı bürokratlarının sayfiye yeri. Nâmütenahi yeşillikler içinde birbirinden seyrek yükselen zarif köşklerden ibaret tenha bir mıntıka. Bu havali, Cumhuriyet’in ilk bürokrat kuşağına da ev sahipliği yapmış. Başkentin Ankara’ya taşınmasıyla birlikte fersizleşen Kadıköy ve civarının yıldızı, çok yıllar sonra, ancak ilk köprünün yapılmasıyla canlanıyor.

Bu köşklerde hayatın nasıl cereyan ettiğine dair ortak noktalar var: İlk olarak debdebeli zamanlarda hayli geniş arsaların içine yapılan ve oldukça geniş tutulan köşkler, Cumhuriyet’le birlikte sahiplerinin bir miktar geçim sıkıntısına düşmesiyle ucundan kenarından parsel kırpılarak küçülmeye başlıyor. Tam kadro halinde lâakal otuz-kırk kişilik aşçı, arabacı, evlatlık, bahçevan gibi hizmetlilerle pederşahî aile yapısını omuzlayan köşkler, geçim belası uğruna kısım kısım kiraya veriliyor; bir zaman geliyor ki köşklerin arsa değeri, mimarlık kıymetlerinin üstüne çıktığı için apartmanlaşma başlıyor. Böyle oluyor çünkü yörenin mülk sahipleri, eski debdebeyi sürdürecek gelir kaynaklarından uzak düşmüşlerdir ve ister istemez rantiyeleşmek durumunda kalıyorlar.

Köşklerde hayat alafrangalıkla muhafazakârlık tartısında ilkinin daha ağır bastığı bir kültür ortamına sahne oluyor. Haremlik-selamlık gibi eski âdetler zamanla terk ediliyor. Yaşlılarla gençler arasında kültürel mesafe açılıyor, Cumhuriyet inkılapları ile sert bir kopuş yaşanıyor. Osmanlı devrinde de mutad olduğu anlaşılan davet ve ziyaretler, Batılı hayat tarzına hızla adapte oluyor. Mesela aile sofralarında, hanım hanıma ziyaretlerde çoluk-çocuğun yanında zaman zaman içki içilmesi, gençler arasında danslı toplantılar, plaj gezileri çok tabii kabul ediliyor.

Köşklerde eğitim seviyesi yüksek; çocuklar ortaokul çağlarına gelince yabancı okullarına gönderiliyorlar; geniş ailelerde yabancı dil bilmeyenler sadece hizmetçi takımıdır. Dedeler ve babalar paşa, yüksek memur vb. sınıfından iken genç kuşak doktor, mühendis, avukat gibi mesleklere yönelirler ve üniversite safhasında mutlaka bir Avrupa ülkesinde bulunur veya eğitim görürler.

Kitaplıklar, evlerin vazgeçilmez eşyasıdır. Giyim tarzı Türkiye ortalamasının çok üstünde son modaya uygundur. Kadınlar geleneksel başörtülerinden kolaylıkla feragat ederler. (İlginçtir Osmanlı hanedanının hanımları da fotoğraflarında genellikle devrin ortalama taassub derecesinin asla affetmeyeceği rahat ve son moda kıyafetler içinde görünürler.) Kaç-göç hızla terkedilir.

Kadıköy ve çevresine dair kaleme alınan bu tür eserlerde dini hayat çok arka planlarda, bir dekor unsuru olarak resmediliyor ve mıntıkanın vaktiyle köy yerleşmelerine sahne olduğu eski günlerinden kalan bir hâtıra olarak görünüyor. Yahya Kemal’in “Ezansız Semtler” makalesinde bu mıntıkanın ismen zikredilmesi dikkat çekicidir.


Mıntıkanın sâkinleri, şüphesiz Şişli, Osmanbey ve Beyoğlu civarındaki yerleşimlerle beraber Türkiye’de “Laik Cemaat”in ilk kuşağı olarak nitelenebilir. Dine karşı menfî bir tutumları yoktur fakat fazlaca muhabbetkâr da görünmezler. Aile ve köşk hayatında dini unsurlar, pastel renklerle resmedilmiş folklorik ve kültürel detaylar olarak yer alır. Köşk sâkinleri yerli köklerinden ziyade Batılı hayat tarzına doğru tabii bir eğilim gösterirken meselâ son günlerini yaşatmakta oldukları “evlatlık” gibi gelenekleri sürdürme çelişkisini farketmezler. Beni çok etkilediği için Ali Neyzî’nin eserinde fark ettiğim bir hadiseye dikkatinizi çekmek istiyorum. Köşkün büyük hanımı, evlatlıklardan şikayet edip elden çıkarılmasını isteyen kızına şu sözlerle karşı çıkıyor:

-Kızım sen bu evlatlıkları elden çıkaralım diyorsun ama unutma ki üç tane aslan gibi oğlan çocuğun var, sonra oğullarınla nasıl başa çıkarsın? (s.73) Yazar, çocukluk çağında şahit olduğu bu konuşmaya önce anlam veremediğini belirttikten sonra, köşkte yetişmekte olan genç erkeklerin “eğitimi”nde evlatlık kızların nasıl bir hisse (!) üstlenmiş olduğunu anlıyor.

Evlatlık kızlar, evlenme çağına gelince kendine denk sınıftan biriyle evlendirilip çırak çıkarılırlar imiş; saray geleneğinin bir mânâda devamı...

Köşkteki kız evlatlıklar başta olmak üzere diğer çalışanlarla köşkün asıl ve “asîl” sahipleri arasındaki ilişkiler, şimdiki zamanların “Laik Cemaat”i ile toplumun sair taşralı üyeleri arasındaki ilişkileri ve empati bağını anlamak bakımından çok ilginç ipuçları verebilir.


Türkiye’de Laik Cemaat’in köklerini Kadıköy ve civarında aramak, çapraz sorgularla doğrulanması gereken bir varsayım ve bu tezi doğrulamak için birkaç kaynaktan yola çıkmanın yetersizliğini çok iyi görüyorum. Belirttiğim gibi bu bir ön tesbit; daha çok veri tarayarak bu varsayımın elden geçirilmesi gerekiyor.

En azından şu kadarı tartışma götürmez ama: Laik Cemaat, Türk siyasetinin ve toplum yapısının önemli ve kalıcı bileşenlerinden biridir ve gelecekte de etkili olmaya devam edecek. Bu hareketin tarihi ve toplumsal köklerine dair ilmi tesbitlere çok ihtiyacımız var.