Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

İngilizlerin efsânevî başvekillerinden Churchill'in en büyük zevkini asla tahmin edemezsiniz; herhalde rahmetli Şevket Rado'nun o güzel Hayat mecmuasında okumuş olmalıyım:

Churchill, boş vakitlerinde, mâlikânesinin koca bahçesinin bir kenarında tuğla ve harç ile duvar örerek eğlenirmiş. Duvar belli bir yükseklliğe erişip de tamamlanınca uşaklar duvarı yıkıp, yenisi için ekselânsa yer açarlarmış.

Churchill mason muydu bilmem: Mason ritüelinde duvarcı ustalığının mühim bir remiz olduğunu duymuştum ama mason olsa da olmasa da, neredeyse 24 saatinin tamamını siyâsete ve İngiltere'ye hasreden bir devlet adamının bir başka vâdide üretkenliğini sürdürmek, farklı bir şey imâl etmek, amatörce de olsa asıl meşgalesinin haricinde bir kabiliyetini geliştirmek ve böylece hayata daha sahih bir alanda bir kere daha tutunmak arzusunu anlayabildiğimi zannediyorum.

Modernizmin tasarladığı hayat tarzı, herbirimizi multidisipliner olmaktan uzaklaştırıyor. Uzmanlığın müntehâsına kadar derinleşmeyi emreden yeni üretim biçimi, insanı üretim sürecinin sınırlı bir parçasında görevlendirerek gündelik hayatın önümüze çıkardığı ufak problemler karşısında hareketsiz bırakıyor. Bütünün değil, parçanın önemsendiği bu üretim düzeninde aslolan insanın kendine yetmesi değil, tam aksine küçük gerekçelerle tüketimin durmaksızın tekrarlanmasıdır: Elektrik mühendisi, evindeki elektrik ârızasının teorik sebebini kestirse bile onu bizzat halletmekten âcizdir; artık cam kırılması camcının, damlayan musluk su tesisatçısının, badana işleri boyacının uzmanlık sahasına girmektedir.

Beton demir karışımı kolonlarla iskeleti çatılan apartman daireleri, % 90'a yakın bir kesinlikle o mekânı nasıl tasarruf etmemiz gerektiğini bize emrediyor; en küçük ve mâsum tâdilat arzusunun bile evvelâ "kat mâlikleri kurulu", ardından müellif mimar ve son safhada fen işleri memurunun tasdikine muhtaç olması fecîdir. Sadece insanın değil, mekânın da plastiği kalmamıştır. Birbirinin tıpkısı yüzlerce beton hücrelerden birine sahip olup da onun öngörülmüş bölmelerini, birbirine benzer eşyalarla "döşeyerek" yaşamak bile rahatsız etmiyor bizi; herşey, şahsî müdâhalemizi ve üretkenliğimizi lüzumsuz kılan, sıkıcı bir tekdüzelikte akıp gidiyor; temiz havaya doğru uzanan bir cankurtaran hükmündeki basmakalıp balkonlarda plastik saksılar içinde hormonla azdırılmış süs bitkileri yetiştirmek bile mutlu edebiliyor bizi; kanaatkârlığın bu derecesi artık kanaatkârlıktan başka bir şeydir.

Geçen sene rahmete intikal eden büyük dayım, işçi maaşından artırabildiği küçük bir meblağla toprak damlı eski baba evini yıkıp yeniden inşâ etmeye karar verdiğinde altı yaşında bile değildim ama çok önemli bazı ayrıntıları hatırlayabiliyorum; "evin erkeği" başta olmak üzere konu—komşu, hısım—akraba ve elinden iş gelen eş—dost, evin inşâsında bilfiil katkıda bulunmuşlardı. Şu anda rahmetli babamı, çatının kiremitlerini döşerken görür gibiyim. Annem, baba evinin yeniden ihyâsında kovayla sıvalık çamur taşımıştı belki; eli keser tutan çocuklar en azından hurda çivileri düzeltip yeniden kullanılır hâle getirmek için işe yaramışlardı. Eski âhenk böyleydi; belki yoksulluk da vardı ama insanlar kendi evlerinde ve yaşadıkları mekânlarda iz bırakabilirlerdi; hele "evin erkeği" herhangi bir sahada sanatkâr ise, mekânı biçimlendiren şahsi katkı çok daha derinleşebilirdi. Çok insânî bir şeydi bu; tanıdık kişilerin şahsî emeği ve sanatkârlık nişânesi ile dolu bir mekânda yaşamak, mekânla insan arasındaki münâsebeti sıcacık kılardı.

Kaybetmekten çekindiğim için küçük bir ceviz kutu içinde sakladığım hâtıra eşyâlar içinde bir kemer tokası var; çok dikkatli bir şekilde incelemedikçe el yapısı olduğunu farketmek imkânsız. Bu kemer tokasını babam elleriyle yapmış; şu trenli günlerde işe çok yarayan sustalı kompartman anahtarı da babamın el emeği. Şu çakı ise kayınbabamın hâtırası; namlusundan perçinine kadar ustasının göz nurundan izler taşıyor. Şöyle bir bakın etrafınıza; size ait, sizin elinizden çıkmış, bir yakınınızın hâtırasını taşıyan, dokusuna şöyle veya böyle nüfuz edip ona "katma değer" kazandırabildiğiniz neler var: Bir suluboya resim de olabilir, duvarın badanası da, bir küçücük raf, bir ekmek kesme tahtası, bir abajur veya soğandan alıp yetiştirdiğiniz bir kök zambak veya bir başka şey ama ne?..

Etrafınızdaki hemen herşey, aradaki üretim süreçlerini aşıp da sahibine aslâ vâsıl olamayacağımız meçhul emekçilerin ve daha fenası makinaların eseri; böylece eşyâ ile hiçbir hissî alâkamız kalmıyor; gerektiği zaman kolayca harcayıveriyoruz onları; değiştiriyor ve değiştirdiğimiz şeylerin yeniliği ile övünüyoruz. Eşyâ ile gereğinden fazla hissî alâka kurmayı doğru bulanlardan değilim; eşyâya perestiş tehlikeli ama bu alâkanın öyle bir âhenk noktası var ki, o dengeyi ihmâl edip incitmek, bu defa eşyâ üzerindeki tasarruf kabiliyetini sekteye uğratıyor.

Bunlardan birbuçuk ay kadar önce Tokat'ı Sivas'a bağlayan yolun ilk kilometrelerinde, meşhur "Kızıliniş" rampasının eteklerindeki Geyraz mevkiinin yeşille sermest kuytuluklarından birinde mâaile kır oturmasında idik; Geyraz, belli ki eski mesâfe ölçüleriyle Tokat'ın merkez köylerinden biri imiş ama şimdi şehirle dudak dudağa temâs halinde bir kıyı mahalle hükmünden görünüyor. İkindi vakti erişince, Sivas'la aramızdaki 105 kilometrelik mesâfe, şer'an "seferî" sayılmamıza kifâyet ettiği halde hemen yanıbaşımızdaki cami cemaatine katılmak geldi içimizden. Oturmakta olduğumuz Geyraz İlkokulunun güzel bahçesiyle cami arasındaki o pitoresk kırma taş döşeli sokağı ağır ağır adımlayarak dayımla birlikte "Geyraz Camii" avlusuna girdik. Bir sıcaklık, bir şirinlik, bir sahihlik ve bir huzur hissi ile karşılandığımızı farkediverdik hemen. Avluda çiçekler vardı, birkaç meyve ağacı ve basit bir şadırvan; şadırvanın etrafında daire nizâmında çevrilmiş peykeler; şadırvan külâhının iç hacminde, bir amatör elinden çıktığı âşikâr naif kalem işleri; naif ama lâcivertle yeşilin öyle bir muhabbeti var ki, seyrine doyulmuyor. Dirseğe kadar çemirlenmiş gömleği ile abdeste hazırlanan bir kaç sakallı ihtiyar ve bir bahar ikindisinin toprak ve tohum kokulu ılık atmosferi.

Asıl sürpriz camiin harîminde: Neredeyse zemine yapışmış pencerelerin aydınlattığı sâde bir mekân. Tavan kaplaması, kavak kerestesiyle çakılmış; tavanı tutan direkler de kavak, "fevkànî" diye tâbir ettiğimiz ve husûsen Ramazan ayında hanımlara tahsis olunan çekme kat dahi kavaktan. Kavak deyince ben biraz duraklayanlardanım; Anadolu'nun dokusu çam veya gürgenle değil, kavakla haşırneşirdi ve arada karâbet bulunsun veya bulunmasın "kavak" ağacıyla Anadolu arasında derin benzerlikler sezilir. Bitmedi, minber de kavak vezniyle çatılmış; hiç şüphe yok ki taban tahtaları da aynı soydan. Ve secdeye eğildiğinizde, kilimin ta düğümlerine kadar sinmiş, insana cennetten bir ıtır gibi buğulanan o güvenilir sabun kokusu. Söyler misiniz, en son hangi ibâdethânede secdeye kapandığınızda, o kerih ayak kokusu yerine temizliğin alâmet—i fârikası sabun kokusu ile yüz—göz olmuştunuz?

Selâm—aleykümselâmdan gayrı cemaatten kimseyle konuşmak fırsatı olmadı ama belli ki Geyraz Camii'ni, Geyraz köyünün sanatkârları omuz omuza verip birlikte inşâ etmişler. Temele ter akıtılmış, duvarlar elbirliği ile örülmüş, ahşap aksâm profesyonelce olmasa bile mü'mince bir neşvenin verdiği gayretle doğranıp çakılmış; belli ki Geyraz köyünün kadınları sık sık ellerinde süpürge, temizlik bezi ve sabunla mâbedi birkaç saatliğine erkek cemaate yasak edip gıcır gıcır temizlemişler köşe bucağını. Ne duvarlarında cafcaflı, çirkin ve işe yaramaz aplikler, ne de tavanın tam ortasından zincirle sarkıtılan devâsâ billur taklidi avize zevksizlikleri... Bu mâbette herşey alçakgönüllü, insânî ve sıcak ölçülere itaat halinde. Belli ki bu cami, cemaatin el emeği, göz nuru ve ivazsız maddî fedâkârlıklarının nümûnesi. İstedim ki o mekândan hiç çıkmayım; bir pencere kenarına kıvrılıp, müteakip vakte kadar tarih, şiir, kelâm veya tefsir okuyayım, tâzeleneyim, dinleneyim ve huzûru gümüş bir tel gibi haddeden çekeyim.

Farkında mısınız; biz Türk milleti mescid yapmayı unuttuk; bu, bize dair bir hüner, bizi çok esaslı târif eden bir hasletti ve biz bunu kaybettik. Mâbedlerimize artık daha çok para harcıyor ama harîmine mü'minlerin huzûrunu ilkaa edemiyoruz. Dilenci ağzıyla topladığımız paraları şatafatlı ve beş para etmez "cami aksesuarları"na harcayıp boyumuzca günaha giriyoruz. Çünkü eşyâ ile meyânımızda mevcut bulunması gereken o hassas dengeyi tahriş ettik.

Bu topraklarda dün, eşyâya biz şekil verir, muhitimizi ellerimizle, emeğimizle ve tevârüs edilmiş zenaatkâr hasletlerimizle şekillendirirdik; bunu unuttuk. Önce evlerimizi yıktık sonra mâbedlerimizi; etrafımızdaki eşyâ bize ait değil; melekelerimizi böyle kaybettik ve şimdi "eşyâ" ile nasıl temâs edebileceğimizi bilmiyoruz.

Bunu bir kenara yazın!