Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Beşiktaş'ın Liverpool futbol takımından sekiz gol yiyerek mağlup olması, taraftarlar camiasında büyük bir tepkiye sebep oldu; öyle anlaşılıyor ki bu farklı mağlubiyetin ardçı dalgaları, kulübü daha uzun süre etkileyecek.

Dünyanın her yerinde her hafta binlerce spor müsabakası yapılıyor; evet, farklı skorlara az rastlanıyor fakat her hafta binlerce takım mağlup oluyor veya galebe ediyor. Adı üstünde oyun; üç tabii neticesi var. Anlaşılıyor ki Beşiktaşlılar bu mağlubiyeti sportif bir sonuç olmaktan çok, gurur kırıcı, aşağılayıcı, tahrib edici bir şey gibi algılamaktadır. Ben bu anlayış biçiminin doğru olmadığını düşünüyorum.

Spor felsefesi, her sonucun tabii kabullenilmesini öngörür; zira neticede spor müsabakası yapılmış ve karşılaşma esnasında daha iyi olan taraf kazanmıştır. Mağluba düşen, galibi kutlamak, bir daha böyle farklı skorlar almamak, daha başarılı olmak için gerekeni yerine getirmektir. Esasen her türlü oyunun öteki gayesi de budur; bir nevi hayat temrini fakat hayatın kendisi değil.

Olimpiyat müsabakalarında sıkça tekrarlanan bir hadise kalıbı vardır; zorlu bir yarıştan sonra açık ara ile sonuncu olan atlet, en az birinci gelen atlet kadar alkışlanır; çünkü o, herşeye rağmen sporun temel felsefesini yerine getirmektedir. Gücü yetmediği için dereceye girememiş ama henüz kendinde güç hissettiği için yarışı tamamlamak azminden vazgeçmemiştir. Sporun kurallarına riayet ettiği için alkışı da hak eder.

Böyle bir maraton finali hatırlıyorum; yarış bittikten belki yarım saat sonra stadyuma giren atlet, seyirciler tarafından çılgınca alkışlanmış ve şampiyonu unutturmuştu; buna benzer bir hadise de yüzme yarışlarında vuku buldu. Belki o yarışmacılar isimlerini şampiyonlar arasına yazdıramadılar, hatta belki o müsabakadan sonra aktif spor hayatlarına da son verdiler ama gösterdikleri örnek unutulmadı.

Bir galibiyetin sevincini tadında bırakmak bir şeydir; fakat bir mağlubiyetin ardından sanki herşey yıkılmış gibi perişan olmak daha başka bir şey; hayatın telafisi yoktur ama oyunlar hiç bitmez.

Az önce spor felsefesinden söz ettim, fakat o mâlum tabirle "konuyu saptırdığımın" farkında idim; çünkü ülkemizde yapılan profesyonel spor karşılaşmalarının çoğunda spor felsefesinin anlaşıldığını, yaşandığını ve ortak bir değer olarak yüceltildiğini söylemek mümkün değil. Biz sporu, sadece kazanmak kavramı üzerine kurulu bir faaliyet sayıyoruz; ama neye mal olursa olsun kazanmak! Halbuki spor felsefesinin alfabesinde "fair play", yani dürüst ve âdil oyun prensibi bulunuyor. Bu prensip sadece maç sonucunun adil esaslar üzerinde belirmesini öngörmüyor, fair play'in, maçtan sonra da devam eden bir davranış biçimi, bir hayat tarzı olması gerektiğini ihtiva ediyor.

Fair play'e, yani centilmenlik ve adil olmak hissine aldırış etmemek bize çok başka bir ruh halini işaretliyor; neye mal olursa olsun kazan! Halbuki daimi kazanç üzerine kurulmuş hiçbir oyun yoktur.

Beşiktaş farklı mağlup olurken kural hatasına, sonucu etkileyebilecek bir yanlış karara uğramadı; hatta ekran dedikoducuları, "bu maçta tartışılacak pozisyon yok" diyerek maçın âdil ve dürüst geçtiğini belirttiler. Maçta tartışılacak kural hatası yoktu ama bizim yorumcularımız, "bu kadar da insafsız olunmaz, bu Anglo-Saksonlar böyledir; merhamet bilmezler" diye ahkâm kesmeyi ihmâl etmediler. Bir sportif oyunda merhametten bahsedenlerin, meseleyi nasıl kavradıklarına iyi dikkat etmek gerekir; onlar oyunu hayatla karıştırıyorlar. Zorlu bir rakip karşısında alınan galibiyetlere deli gibi sevinirken de aynı ölçüsüzlük sergileniyor. Türkiye neredeyse elli sene, yani yarım asır boyunca Macaristan Milli Takımı karşısında aldığımız 3-1'lik "zafer"le idare etti; oysa ki o gün mağlup olan Macar futbolcuların çoğu, ertesi gün yeni bir maçın heyecanına yoğunlaşmış olmalılardır.

Bir maçın sonucu ile yarım asır övünmek, dünyada benzeri az görülür bir hadisedir. Farklı mağlubiyetlerin zihinlerde bu kadar derin izler açması ve kurum çapında travmalara yol vermesi de aynı kabilden; bu örneklerde spor, lüzumundan çok fazla dramatize edilmekte, gerçekle oyun arasındaki ayırım ihmâl edilmektedir.

Bir maçı yarım asırdır bitirememek ne demek?

Daha iki hafta önce mağlup ettiğiniz bir rakibe bu defa farklı yenilince, futbolu oyun değil de bir hayat-memat meselesi gibi algıladığımız ortaya çıkıyor. Futbolda iki şey görüyoruz; dram ve trajedi. Halbuki futbolun eğlence tarafı daha baskın. Bizim futbol seyrinden süzebildiğimiz yegane eğlence nesnesi, mağlup takım taraftarıyla dalga geçebilmekten ibaret; hatta futbolu espri konusu haline getirmek bile istisnai bir davranış halini almaya başladı. Taraftar sitelerine bakınız, rakipleriyle şakalaşmıyorlar, aşağılıyor, hakaret ediyor ve eğlenceli şeylerde bulduğumuz o tatlı "humour" hissini, berbat bir rövanşizme çeviriveriyorlar.

O zaman mağlubiyetler de ölümcül oluyor elbette; dalga geçilmek, hakarete uğramak, aşağılanmak korkusuyla fanatik taraftar kitleleri daha da saldırganlaşmaya başlıyor. Artık "oyun" yoktur, hatta hiç olmamıştır; her maç bir hayat sahnesidir: ya ölüm ya hayat, öyle dramatik ve öyle trajik.

Taraftar kitlesini özellikle konu ediniyor değilim; kitle halinde iken genellikle çok berbat bir topluluk davranışı sergiliyoruz. Kitle zaten tehdit edici, güvenilmez bir heyet; bizde ise bütün toplumsal zaafiyetlerimizin çürük diş gibi âşikâr olduğu gösterilerin baş aktörüdür kitle. O yüzden Türkiye'de iyi futbol oynanmamasının sebebiyle, eli yüzü düzgün kamu ihalesi yapamayışımızın sebepleri birbirinden farklı değildir. Kulüplerimiz ne kadar kötü yönetiliyorsa, eğitim kurumlarımız, üniversitelerimiz, hatta anayasal kurumlarımız da aynı derecede yönetim zaafiyeti gösteriyor.

Sebeplerle sonuç arasındaki bağlantıyı kurmakta zorlanıyoruz; bu hiç hoş bir tesbit değil. Bu ülkede fesat huzuru, faul centilmenliği, kötüniyet hüsnüniyeti, oyunbozanlık dürüstlüğü yeniyor, kovuyor, barınmaz ediyor. Buna müsaade etmemeliyiz çünkü bu mesele problem çözebilme gücümüzü kemiriyor, buhranlar karşısında çarçabuk ümitsizliğe kapılıp hemen her meselede "hakem'i baskı altında tutmak kurnazlığına sapıveriyoruz.

Mağlubiyetten daha acısı şu; sonuca isyan ederken sebebi bir türlü bilememek!