Mahallî seçimler ve ben

Horoz ölür, gözü çöplükte kalırmış; akademik hayatın arka penceresinden izzet ü ikbâl ile firar edip soluğu Ziraat Bankası'nın emeklilerin özlük işlerine bakan kasvetli ara kat salonlarından birinde toparladıktan sonra bir ara aynaya göz attım,

- Böyle mi olacaktı, hani seninle Türkiye'yi kurtaracak; kurtarmakla bile yetinmeyip ensesinden kavrayarak şööyle asırlar üzerinden sıçratarak muasır medeniyetlerin önünde seyrangâh ve sulak bir yere yumuşak iniş yaptıracaktık, diye kahırlandığını duydum birisinin. Bıdıbıdı yapan aynadaki sûretim olmalıydı. Dişlerimi gıcırtarak, "sen öyle zannet" diye homurdandım. "Önümüzde mahallî seçimler var, şu yakınlarda siyaset dünyasının en mûtena mevkiilerinden birine paraşütle iniş yaptığımda çok mahcup olursun."

- Güleyim de boşa gitmesin bari, dedi aynadaki yaşlı ve kırışık yüz. "Atı alan Üsküdar'ı geçiyor oğlum; baksana, yıllardan beri dalga geçip durduğun CHP, İlahiyat dünyasının yetiştirdiği nâdir starlarından Beyaz Hoca'yı kaptı bile. Ya sen?.."

Bir telâş ve panikle gazetelere saldırdım; doğruydu. Gazeteler, hangi medyatik yıldızın hangi parti ile "seviyeli birliktelik" yaşadığına dair vahim ve kıskandırıcı haberlerle doluydu. O an Eflâtun'u hatırladım. İkibin küsur bilmem kaç yaşındaki bu kadîm hikmet ve filozofi üstâdı vaktiyle, "filozoflar kral, krallar filozof olmadıkça dünyanın burnu yere sürtülmekten kurtulmaz" diyerek nasıl da ahlâkımızı bozmuş ve bizi siyasetin düz yollarında hızla mesafe almak yerine bilim ve hikmetin kargacık burgacık ara sokaklarında tıknefes bırakmıştı. "Gençlere Eflatun okutmak düpedüz ahlâksızlık" diye kahırlanarak sokağa çıktım. Fırına doğru yürürken Eflatun'un pek de o kadar saçmalamamış olabileceğini zihnimde evirip çevirmeye başlamıştım ki, duyduğum ses dikkatimi dağıtıverdi,

- Uğurlar olsun hocam, nereye böyle sabah sabah?

Baktım, bizim mahallenin muhtarı, "İyilik sağlık, nasıl olsun" diye lâfı geveleyip dururken âniden kafamın içinde şimşekler çakmaya, fırtınalar gümbürdemeye, ilhamlar fink atmaya başladı. Muhtarla ayaküstü sohbeti sürdürürken bütün dikkatim, üç-dört metre geride, ulu çınarlar, cevizler ve kestane ağaçlarının gölgeliğine sığınmış on metrekare civarındaki o harikulade muhtarlık ofisinin fizikî konforu üzerine çullanmıştı bile. "Yahu Ahmet" dedim; "Başbakanlık, vekillik, reislik, reisicumhurluk senin neyine evlâdım; bak şu muhtarın küçücük saltanatına... Şâhâne bir makam binası; içinde telefonu, masası, iskemlesi, bilgisayarı, interneti, her bir şeyi mevcut olduğu gibi penceresini açıp, 'hanıım bir çay demler misin?' diye seslensem, duyulacak derece eve yakın. Ee, üstüne üstlük bir miktar muhtarlık maaşı olduğu gibi mühürleme işlerinden gelecek yevmiye de cabası. Evet, makam arabası, lojman filan yok ama o kadarcığını idare ederiz artık."

Ne var ki muhtar, bakışlarımdan işkillenmişti, "Hayrola hoca" dedi, "Siyasete mi niyetlendin yoksa?" Suçüstü yakalanmış gibi utandım, "Yoo ama niçin olmasın" dedim ve sonra hain hain gülümseyerek taşı gediğine koydum, "Meselâ muhtarlık!"

Muhtarın yüzünden bir an karanlık bir endişe bulutu geçtiyse de saliseler içinde o eski ahbab halini takındı, "Zaten adaylar şimdiden çalışmaya başladı" diye eseflendi. "Bir eksik bir fazla fark etmez; ben zaten bu seçimlerde propaganda bile yapmayacağım. Hizmetimden memnun kalan zaten oy verir; vermeyenin de canı sağ olsun!"

"Bana kalırsa bu kadar ağırdan almamalısın sevgili muhtarım" dedim, "yazıhanen güzel, parkın ortasına kurulmuşsun, etraf şenlikli; yâri güzel olanın başı sıkıntıdan kurtulmaz, haberin olsun!"

Son cümle muhtarın kafasını allak-bullak etmiş olmalıydı. Müsaade isteyip müstakbel kartvizitimin basılmış halini gözümde canlandırıp keyifle fırına doğru yürüdüm. Eflatun kesinlikle hatalıydı ve işe mütevâzı da olsa bir yerden başlamak gerekiyordu.


Kaynak (Arşiv)