Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Bilmem farkında mısınız; kahveler gündelik hayattan çekilmeye başladı; işsizi çok olan ülkenin kahvesi de bol olur hükmüyle mahkum ettiğimiz kahvelerin, o kadar ucuza harcanmaması gereken birer sosyal mahfil olduğunu, işbu çöküntü devrinde fark etmemiz acıdır.

KIRAATHANEDE İSTANBUL FARKI<br><br>Mehmed Niyazi Bey'in, Marmara Kıraathanesi etrafındaki hayatı anlattığı, "Dahiler ve Deliler" isimli kitabı bir gecede okuyup bitirdikten sonra, vaktiyle İstanbul'da okumadığıma esef ettim. Yıllardan beri "Marmaratör" lakabını kazanamamış olsa da en azından kahveye bir kaç kere uğrayan, o meşhur sohbetlere ucundan—kenarından iştirak eden arkadaşların anlattıkları ve aynı kıraathaneyi tasvir eden sair kitaplardan okuduklarım, Marmara'nın benzeri olmayan ve kendi başına bir fakülte "nosyon"u kazandıracak ölçüde renkli ve hareketli bir mekân olduğunu hatırlatıyordu hep. Ankara'da böyle bir mekân var mıydı; olsa bile bizim varlığından haberdar olmadığımız kesin. Ankara, İstanbul'dan hep farklı olmuştur. Siyasi gelişmeleri daha doğrudan yaşayan ve hisseden, ufku dar, dedikoducu ve sıkıcı bir şehirdir Ankara. Öğrencilik yıllarında bazen İstanbul'dan gelen arkadaşlarla karşılaşır, anlattıklarını hayretle dinlerdik. Aynı "teşkilat", yani Ülkü Ocakları çatısı altında bulunmamıza rağmen onlar bizden çok daha farklıydı: Modaya uygun ve spor giyinirler, o yıllarda pek rağbet bulan uzun favori ve saç stilini takib ederler ve Ankara'daki sert disiplin atmosferini sıkıcı bulurlardı. Ankara'yla İstanbul'u farklılaştıran yüzlerce ayrıntıdan birinin de Marmara Kıraathanesi olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. Gariban bir fakülte talebesinin iki çay parasına devrin ünlü fikir adamlarını, akademisyen ve yazarlarını yakından tanıyabilmesi, onların münakaşalarını kenardan da olsa dinleyebilmesi çok önemlidir.<br><br>ROMAN MI VESİKA MI?<br><br>Deliler ve Dahiler kitabını sevdim. Mehmed Niyazi Ağabeyimiz kitabı roman tarzında kurgulamış. Zihnimi hiç terk etmeyen yazar kıskançlığı ile hemen, "ben olsaydım hâtıra türünde kaleme alırdım" diye geçti içimden. Bir mekânın etrafında yaşayan insanların romanını kağıda aktarmak herhalde kolay iş olmasa gerek. Yazar da, "Kartal" isimli sanata ve edebiyata düşkün, başarısız ve hayalci bir genci romanın mihrakı haline getirerek yan planlarda kıraathane müdavimlerinin hayatını hikâye ediyor ve bu hikayelerde her biri kendi başına roman teşkil edecek kadar canlı karakterler de zaman zaman öne çıkıyorlar. Mesela "Mu Mehmed" böyle bir tip; kezâ kitabın ithafedildiği Hilmi Oflaz ve Binbaşı Hüsrev de öyle. Zaman zaman romanda bu insanlar Kartal'ı unutturacak derecede öne çıkıyor veya önemsizleştiriyorlar ama romanda asıl kahramanın bir mekân olduğunu unutmamak gerek. Hal böyle olunca roman tekniği ön plana alınarak yapılacak bütün tenkidler arka planda kalıyor ve biz okuyucular, en fazla günaşırı aralıkta Marmara Kıraathanesi'nde bir araya gelip düğümlenen ve tekrar çözülerek İstanbul'a dağılan kahramanların müşterek hikâyesini zevk ve merakla takib edebiliyoruz. Romana ara sıra iştirak eden işte bu insan kadrosu, adeta devrin fikir ve karakter icmâlini flu renklerle inşâ etmek bakımından esere bir "belgesel" çeşnisi veriyorlar. <br><br>ROMANDAN DIŞARI TAŞAN KAHRAMANLAR<br><br>Kıraathaneye ara sıra gelen Necib Fazıl merhumun gönüllü hizmetinde bulunan Duvarcı Salim'in hikâyesini bilmelisiniz meselâ; Duvarcı Sâlim, ayak işleriyle üstadın vakit kaybetmemesi için kendisini vazifelendiren ve Üstâd'ı devrin en büyük fikir ve sanat adamı kabul eden bir insan. Ara sıra kendini kederli, dalgın veya endişeli görüp hâtırını soranlara verdiği klasik cevabı eminim siz de beğeneceksiniz, "fikir çilesi çekiyorum"; kıratın yanında duran ya huyundan ya suyundan misâli hani! Necib Fâzıl Üstad, bir gün evden çıkarken Duvarcı Salim'e, evin bahçesindeki ceviz ağacının bazı dalları komşu bahçeye sarktığı için gereken dalları budamasını istemiş. "Salim bakmış ki ağaçta yirmi dal var, bu yirmi dalı kesmek için ağaca çıkacak ve herbirini ayrı ayrı kesecek. Kolaya kaçıp ağacı kökünden devirivermiş. Üstad akşam eve gelince kıyametler kopmuş tabii. Bunun üzerine kalbi kırılan Duvarcı Sâlim, "fart—ı muhabbetten maraz doğar" sözünü doğrularcasına Üstad'a kızıp komünist olmuş. O günlerdeki "komünistlik" tavrını hep şu cümleyle ifade edermiş: —İslâm fakire kırkda bir veriyor; Marks ise tamamını veriyor. Aradaki farkı siz hesab edin artık! Hele bir Hilmi Oflaz portresi var ki, tek başına roman olmaya ve Necip Fâzıl Kısakürek fenomenini izah etmeye lâyık özellikler taşıyor: Hilmi Oflaz geçimini işportacılıkla kazanan, gün kazanıp gün yiyen bir "üstad" hayranıdır ve gecekondusu ağzına kadar kitap doludur; sadece kitap edinmekle kalmaz, dikkatle okur da; hatta günün birinde "üstad" yakın tarihle ilgili yeni bir kitap yazmaya karar verdiğinde ilk iş olarak Hilmi Oflaz'ın "arşiv"ine müracaat edecektir. Bir gün Park Otel'e beraberinde götürdüğü Oflaz'ı üstad, lobideki milletvekillerine şöyle takdim ediyor: —Fare tıkırtısından ürkecek kadar hassas; kralları önünde bükecek kadar gözü kara, irade sahibi; arslanların önüne çırılçıplak atlayacak kadar cesur, aziz dostum işportacı Hilmi! Hilmi Oflaz, üstâdının hapishaneye düştüğünü öğrenince İstanbul yakasındaki tezgâhını kapatıp işportasını Toptaşı Cezaevi'nin önüne kurar ve tahliye olduğu güne kadar, sırf üstâdına yakın olabilmek ve ihtiyaçlarını görmek maksadıyla gönüllü bir yarı—açık mahpusluğa katlanır.<br><br>TENKİD EKSİK KALMASIN DİYE...<br><br>Roman ama romandan daha ziyade bir devrin panoraması; işte bu yüzden —usûle aykırı görünse bile— müteakip baskısı yapılırken kitabın sonuna bir isimler indeksi ilave etmek gerekir bence. Romanda, zaman ve tarih tayininde zaman zaman tereddüde düşüyoruz; genel hatları itibariyle 1965—70 yılları arasına tarihleyebileceğimiz hadiselerde takdim—tehir hatâları gördüm; meselâ kahvede cumhur—cemaat televizyon haberlerinin izlenmesi ile MTTB etrafında cereyan eden kavgalar arasında hayli zaman farkı olduğunu sanıyorum. Kahvede cereyan eden bazı sohbetlerin bazen roman temposunu naksedecek derecede uzun tutulması hoşgörülebilir zira herbirinin devrin fikri panoramasını anlamak için vesika niteliğini haiz bir lezzeti var. Dahiler ve Deliler(*) lezzetle, merakla ve kısa sürede okunabilecek bir eser; nefis bir "İstanbul Kitabı"; içinde zevkle, kahkahayla ve ibretle okunabilecek daha nice hâtıra ve anekdot yer alıyor. Gıyabında çalışkanlığı ile tanıdığım Mehmed Niyazi Ağabeyimizin ellerine sağlık.<br><br>Mehmed Niyazi, Dâhiler ve Deliler, Ötüken y., İst., 2001, 303 s.