Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Karadeniz sahil yolunu takiben Trabzon'u geçtikten sonra Rize istikametine devam edip de Of girişindeki benzinlikten sağa, dağlara doğru döndüğümüzde,

çatısında tâ Soğanlı dağlarının kurumla yerleştiği uzun bir dere yatağına girmiş olursunuz; dere yatağı dedimse bozkırın şurasında burasında yatağını doldurmaya üşenen bir su akıntısı gelmemeli akla. Solaklı deresi, birbirinin arasına sokulmuş genç ve dik bayırları birbiriyle ilintileyerek Doğu Karadeniz silsilesinin zirvesine kadar uzanan ve gür köpüklerle çağlayarak akan haysiyetli bir akarsu. Vaktiyle birbuçuk metre boyunda devâsâ alabalıkların oynaştığı bu "dere" yatağının en tanınmış farîkası meşhur "Uzungöl". Size Uzungöl'ü anlatmayacağım; onu, küçücük birikinti gölüne akseden iki sivri ve beyaz minare aksiyle gazete—dergi okuyan hemen herkes biliyor zaten. Of'tan Solaklı deresi istikâmetine yöneldikten yirmi dakika sonra Çaykara ilçesine ulaşılıyor. Çaykara'dan beş kilometre sonra dere üzerine kurulmuş bir köprüden sağa saptığınızda pekala, "yol herhalde burada bitiyor olsa gerek" intibâına kapılacağınız bir yeşil duvarla karşılaşıyorsunuz. Dik, alabildiğine yeşil ve etekten tepeyi asla göremeyeceğiniz bir duvar. Karadeniz demek, bir mânâda yolun, geçmemesi gereken yerden şaşırtıcı bir inat ve hayalgücüyle açıverdiği zor bir coğrafya anlamına da geliyor. Bizim salâvatlarla, yüreğimiz kabara kabara tıknefes aşabildiğimiz o yalçın rampalar, en ufağı ceviz büyüklüğünde taş kırıklarıyla ıslah edilmiş yamru—yumru yollar, en olmadık sert münhanîler üstüne oyuncak gibi kolaylıkla konduruluvermiş evler, burada hayatı alâlâleleştiren sıradan bir ayrıntı muamelesi görüyor. Altına günışığı geçirmeyen kesif ve yüksek orman dallarının gölgelediği bu zor yollarda belki her on metrede bir, herbiri bir takvim yaprağını süsleyecek derecede güzel ve tadına doyulmaz bir levha ile yüzyüze gelmek de vak'a—i âdiyeden.

Ağaçların kısa bir seyreklik molası verdiği yerleşim yerlerinden birisinde duruyoruz nihayet. Burası Çaykara'ya bağlı Şahinkaya köyü. Köy dediğime bakmayın: Ormanlarla kaplı koca bir dağın neredeyse her iki yüzünü de kaplayacak kadar büyük ve birbirinden uzakta kurulmuş "mahalle"leriyle alışageldiğimiz "köy" târifine sığmıyor burası. Kalacağımız köy evinin önündeki kısa düzlükte bir an nefeslenip etrafa baktığımızda maruz kaldığımız tabii güzelliğin kesafetinden sersemleyiveriyoruz. Nasıl anlatmalı; kuş uçusu 10 kilometre eninde ve elli kilometre uzaklığında, etrafı yüksek ve yeşil tepelerle çevrilmiş bir kapalı havza düşünün; kaldığımız köy, bu yeşil havzanın yan çeperlerine iliştirilmiş şirin bir gemici fenerini andırıyor; manzaraya iki renk hâkim: Gök mavi, yer yeşil! Burası Çaykara'nın Şahinkaya köyünün Yenicami mahallesi. Size bu satırları, neredeyse kaldığımız evin penceresinden içeri girecek derecede yakın durduğumuz yeşil mısır dallarının arasından Karadeniz'in çatı katını seyredip olağanüstü yumuşaklıktaki güzel suyundan demlenmiş demli çayımı yudumlayarak yazıyorum ve işbu yazıyı buraya kadar okumak külfetine katlanan bütün okuyucularımdan haklarını helâl etmelerini diliyorum. Hakkınızı helâl etmelisiniz, çünkü güzelliğin bu kadarına muhatap olmak bile insanda tatlısert bir vicdan azâbının kımıldanmasına yol açıyor. Nâdiren kapıldığımız neş'e ve kahkaha krizlerinin hemen ardından hepimize böyle bir burukluk hâleti ârız olmaz mı; "yahu çok güldük, gülmenin ardı ağlamak" cinsinden bir burukluk. Bu güzelliği fiilen paylaşmaya imkân bulamadığım onca tanıdık, eş, dost, akrabanın yokluğunda mavi ve yeşil arasına asılı gibi duran bir orman köyünde tatil geçirmenin, kolay onarılmaz bir vicdan azâbına yol açabileceğini kolayca tahmin edebilirsiniz; bir fukaranın zengin sofrasında ağırlanırken evdeki çoluk—çocuğunu hatırlayıp da lokmaların boğaza dizilmesi gibi bir şey bu.

Bu yazı aslında tatil kavramının izâfîliği ana fikri üzerine kurulacaktı ama sadede gelene kadar akşam oldu: Bir "köy"de tatil yapmayı doğrusu aklımdan bile geçirmezdim ve işin doğrusu, ilk hedefimiz Uzungöl'de geçen yıl tadına doyamadığımız âsûde tatil zamanlarını tamamlamaktan ibaretti. Ne var ki, aramızda nicedir bir ağabey—küçük birader hukûku peydâ ettiğimiz İhsan Ayal'ın köyüne bu kadar yaklaşmışken uğramadan geçmek olmaz diye düşündük; netice şöyle tecelli etti: Uğradık ve kaldık!

Bütün duvarları en azından üç santimetre kalınlığında biçilmiş kestane latalarıyla kaplı, dış cephesi eski tarz üzre taş ve kireç harcı ile örülmüş, çatısı oluklu kırmızı kiremitlerle kapatılmış ve bütün pencerelerinde cennet yeşili ve gök mavisi ile boyanmış tabiat sûretleri gösteren bir kulübede siz olsanız yerleşip kalmaz mıydınız? Sanki küçücük bir ahşap çekmeceyi andıran bu şirin odanın "som kestane" duvarlarına yaslanıp, kalın yün minderlere gömülerek iki namaz vakti arasındaki mukayyet zamanlarda roman okumak, porselen tabaklı, ince beli altın yaldız kuşaklı bardaklarda kızılın çayla buluştuğu nefâsette demlenmiş çaylar yudumlamak, yemek vakti erişince taş fırınlarda pişirilmiş otomobil tekerleği kutrundaki Trabzon ekmeğinden kesilmiş ince dilimlerle müzeyyen bir yer sofrasına bağdaş kurmak, sağdan—soldan yükselen bülbül çığlıkları refâketinde leziz sohbetlere gömülmek, doğrusu benim için "tatil" kavramından beklediğim bütün dünyâ nimetlerini bir arada bulmak anlamına geliyordu. Bunca nimete bir de köy ahalisinin çoğunluk itibariyle yaylaya çıkmasının verdiği tenhalığı, günde en çok iki defa çalıp çalmamakla tereddüd geçiren telefon hattının bir ucunda bulunmanın verdiği dünyadan kopmamışlık hissini, gün boyunca söyünmüş gözleriyle konulduğu sehpa üstünden odayı boş nazarlarla seyrederken uykusu gelen televizyon ekranını ilâve etmelisiniz; işte tatil böyle olmalıydı!

Bu tasvir içinde bulunması gerekirken bilerek ihmâl ettiğim daha nice lâtif ayrıntıyı tahmin edebilirsiniz. Sevgili evsahibim İhsan Ayal ve müşterek dostumuz Hasret Beyle, —illâ ki Çaykara şivesiyle— giriştiğimiz fıkra ve latîfe sohbetlerinin lezzeti, dere yatağından ansızın habersiz ve istenmeyen bir misafir gibi yükselerek manzarayı kapatıveren puslu havanın esrârı, gece saatlerinde dere yatağına hâkim olan o derin sükûnet, kelimeye gelse bile aslından pek az haber verebilecek türden saadetlerdi.

Hemen ikaz etmeliyim ki yaşadığımız bu leziz tatil zamanları, "turizm"e kapalı bir özellik taşıyor. Böyle bir tatili, benim gibi birkaç tuhaf tabiat dışında kim ister bilmem ama isteyenlerin de "parayla pulla" buna benzer bir tatil hizmeti satın alamayacağı âşikâr. Buralara gelmek için —hamdolsun— pasaport ve vize külfetleri gerekmiyor ama İhsan Ayal ve Hasret Uygun gibi yüreği som altınla kaplı iki dostu nereden tedârik edersiniz bilemem!

Dinlenme saadeti ile suçluluk hâleti arasında asılı kalmış bir tâtilin kelimelere sığabilen serencâmı olsa olsa bu kadar olur; daha iyisi sizlerin başına.

Ve peşinen söyledim, hakkınızı helâl etmelisiniz!