Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Bazen iki kelimelik bir terkip, sayfalar hacminde izaha muhtaç bir fikri özetleyebiliyor; "Medenî kemâl" gibi. Kavram, Türk Ocakları'nın gâyesini izah maksadıyla kullanılmış. Kuruluş beyannamesindeki (1912) cümle aynen şöyle: "Akvam-ı İslâmiyenin bir rükn-i mühimmi olan Türklerin milli terbiye ve ilmi, içtimai, iktisadi seviyelerinin terakki ve i'lasıyla Türk ırk ve dilinin kemâline çalışmak".

Bu ifâdede bugün yadırganabilecek tek husus "ırk" kelimesidir. Yerini bulamamış bu kelimeyle, biyolojik tefrik ve üstünlük iddiasından ziyade bir kültür müşterekliğini ifade için "millet"in kasdedildiğini çıkarabiliriz; gelişmeler de o istikamettedir. Türk Ocakları'nın tarihi faaliyetini niteleyecek esas kavram da odur zaten: Medenî kemâl. Bu terkip, Osmanlı bakayaası bir coğrafya ve toplumu veri kabul ederek kendi çağına tutunmaya çalışan milliyetçilerin programını da târif etmektedir; yani bir bakıma "buralarda milliyetçilik ancak bu çerçevede yapılır ve yapılmalıdır" programı.

Medenî kemâl'den ne anlaşıldığı önemli elbette. Osmanlı tarihinin en zelîl mağlubiyetlerinden birini teşkil eden Balkan Harbi'nin hemen ertesinde kurulan Türk Ocaklılar için "medenî kemâl", kendilerini zilletten kurtaracak her şeydi belki de; bununla "muasır medeniyet"in kasdedildiğini ileri sürenlere de hak vermek gerekir ve o günlerde bu gibi meseleler, bugün misline pek tesadüf etmediğimiz zenginlik, ve derinlikte tartışılmıştı; devrin fikrî seviyesini bilenlerin, bugün yazılıp çizilenlere bakarak "yoksa geriliyor muyuz?" tereddüdüne kapılmaları hiç de yersiz değildir.

Bana göre "medenî kemâl " dâvâsı dünden bugüne önemini daha artırdı. Bizler "medeniyet" kavramıyla nitelenmeye lâyık bir birikimin vârisleriyiz ama bu miras üzerindeki mülkiyet hakkımızı tescil ettirecek faaliyetlerde bulunma noktasında pek başarılı değiliz. Hâlimiz biraz da züğürt mirasyedilerin kof ve acıklı böbürlenmelerini hatırlatıyor. Bir zenginliği tevârüs etmek yetmez, onu sürdürmek de "medenî" bir icaptır.

Milliyetçiliğin bir gaye olarak "medenî kemâl" programı üzerinde yoğunlaşması lâzım ve şart. Başka bir ifâdeyle milliyetçilerin, bir tarih mirası olarak devraldıkları medenîlik vasıflarını tesbitle yola koyularak o vasıfları yeniden üretilebilir, mânidar, işlek ve faydalı iş programları şeklinde tasarlamaları ve tasarladıklarını bizzat yerine getirmelerini kasdediyorum; şehircilikten hukuka, idareden endüstriye, eğitimden sanata, felsefeden, Şeyh Galib merhûmun "bir özge temâşâ" diye tarif ettiği farklı ve özel bakış açısına kadar her alanda üretkenliktir söz konusu olan.

Bu hakikaten ağır ve anlamlı yükü omuzlamak yerine milliyetçilerin, medeni verâset unsurlarını tehlikede görerek savunma psikolojisine geçmeleri talihsizlik oldu ve böylece "medenî kemâl" noktasında yoğunlaştırılması gereken emekler, -bir derece kadar anlaşılabilir sebeplerle- siyasi hayatta tutunmak hedefine yöneldi.

Ne var ki milliyetçilerin siyasetteki kariyerleri de pek gönül açıcı neticeler doğurmadı; milliyetçilik fikrinin siyasi hayatta farklılık sebebi olarak öne çıkarılması zihni karışıklıklara yol açtı ve milliyetçiler, "medenî kemâl" vadisinde üstünlük ve üretkenlik sergileyip topluma örnek teşkil etmek yerine basit siyasi kavgalarda nihai vazifelerini heder ettiler.

Mesele milliyetçilik meselesi değil, "medenî kemâl" meselesi; her kim bu maksada hizmet ederse tarihine, toplumuna ve kendi nefsine karşı vazifesini yapmış olur. Milliyetçilikten ve milliyetçilerden çokça bahsetmemin sebebi, neyin nasıl yapılması gerektiği neredeyse bir asır öncesinden programa yazmış olmasına rağmen, ana maksada yabancılaşmış olmalarından.