Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Delikanlılık çağından beri arkadaşım ve komşum mevkiindeki bir akranımla dereden tepeden sohbet ediyorduk; dedi ki, "Oğlum İstanbul'da okuyor, geçen gün aklıma geldi, bugüne kadar oğlumla hiç mektuplaşmamışız.

Bende yazılı hiçbir kaydı yok; halbuki babamla mektuplaşırdım; o mektupları hâlâ saklarım. Vefatından sonra babamın evrakları arasında benim yazdığım mektuplar da çıktı; o da saklamış; hatta âcil hallerde çekilen telgraflar bile duruyor arasında..."

Aynı şey benim için de geçerliydi.

Vaktiyle herkes gibi ben de mektup alır, çoğu mektup alanın yaptığı gibi oturup bunlara cevap yazardım; dahası var, bu mektupları zarfıyla birlikte klasöre koyup saklamak âdetim de vardı, üstelik tarih sırasıyla. "Bu ne ciddiyet, bu nasıl bir arşivleme titizliğidir." diye dudak bükmekte haklısınız. Okuyan zanneder ki Osmanlı Devlet-i Aliyyesi'nin Bâbıâli evrak müsteşarıyım (böyle bir makam yok tabii; şu anda uydurdum!)

Neyse günün birinde internet çıktı ve mektubun soluğu kesildi.

Şimdi o mektup dolu klasörler, kütüphanenin alt katındaki kapalı dolaplardan birinde mışıl mışıl yatmakta. Arkadaşım bahsedince hatırladım ki babaları olarak bizim çocuklara hiç mektup yazmamışım; onların da canına minnet tabii. Taşra liselerinden kurtulup büyük şehre okumaya gittiklerinde cep telefonu denilen meret âletler, artık satın alınabilir derece insaflı fiyatlara tenzil etmiş bulunuyorlardı.

Çocuklardan ara sıra mektup almıyor değildik elbette; hatta muntazaman mektup gönderiyorlardı; fakat bu mektuplar, hemen tahmin ettiğiniz gibi onların telefon konuşmalarından hâsıl olan meblağı, babalarının ödemesi için telefon şirketinin adresime göndermek nezaketinde bulundukları fatura zarflarıydı. Bu mektupları büyük bir merak ve ilgiyle okuyordum; özellikle son satırındaki irice rakamlarla kaleme alınmış "toplam tutar" hanesi çok dikkatimi çekiyordu.

Günün birinde onlar da böyle mektuplar aldıklarında gayri ihtiyari ağzımdan dökülen "vay canına.., bu kadarı da fazla.., ben burada santral mı işletiyorum.., anlaşıldı bundan sonra Kızılderililer gibi dumanla haberleşeceğiz!" tarzındaki sözleri tekrarlayacaklardır veya öyle olmasını temenni ediyorum!

Cep telefonu deyince o güzel haberi size hatırlatmadan edemeyeceğim: Finlandiya'da ilk defa cep telefonu fırlatma yarışması düzenlendiğini okumuş olmalısınız. Yanlış hatırlamıyorsam birinci gelen "atlet" şöyle böyle 90 metre civarında fırlatmış telefonunu. Yetkililer ise Finlandiya'da göllerin cep telefonu ile dolduğunu, sağa sola atılan telefonların daha şimdiden ciddi miktarda zehirli atık teşkil ettiğini söylemişler.

Beter olsunlar; bu icadı onlar başımıza sardı; ceremesini de en evvel onlar çekecek elbette.

Neyse, biraz ciddîleşelim.

Mektubun bir haberleşme aracı olarak devrini doldurması işin sadece bir kısmını teşkil ediyor; burada dikkat kesilmemiz gereken şey, hayatımızdan yazılı şeylerin kaybolmakta oluşudur. Farkındasınız; artık elektrik, su, telefon makbuzlarını bile ciddiye almıyor, peşin ödeme talimatı ile kısa yoldan halletmeye bakıyoruz. Posta kutuları kimsenin aldırış etmediği banka hesap özetleri veya ödeme ihbarları ile doluyor ve aklımıza düşünce hepsini toptan yırtıp çöpe atıyoruz.

Selülozdan yapılmış kağıt ve üzerine kalemle yazılanlar, sahici, en azından fizik varlığa sahip kayıtlar. Kütüphanemde bir buçuk asır yaşında taş baskısı bazı risale ve kitaplar var. Bir buçuk asırdan beri direniyor. Zahiri ortamda saklanan kayıtların yüz elli sene sonraki halini bugünden kimse kestiremez. Bütün dünyayı kaplayan web ağının çöktüğünü, kazaya uğradığını düşünebilir misiniz; sadece saklı kayıtlar değil gündelik hayatın görünmeyen bütün ayrıntılarında müthiş bir boşluk yaşanacağı şüphesizdir. Ulaşım aksayacak, trafik kilitlenecek, ekonomi çökecek, haberleşme imkânsız hale gelecek, devlet hizmetleri duracak...

Veya şöyle bir şey: Bilgisayarı açıyor, bir arama motoruna, diyelim ki, çok ünlü bir politikacının adını yazıyorsunuz. Arama motoru diyor ki: "Bulunamadı". Yahu ne demek bulunamadı, en az birkaç milyon sayfa adresi gelmesi lazım. Bu defa meşhur bir şarkıcının adını yazıyorsunuz; aynı cevap "Bulunamadı!"

Bulunamadı, bulunamadı, bulunamadı!..

Bizim kuşak böyle ârızalara şerbetlidir, fakat yeni yetmeler "kıyamet kopuyor" diye o'ssaat sığınaklara seğirtirler herhalde.

Uzatmayayım, altı ay kadar önce bir okuyucu e-mektup göndermişti, diyor ki; "ille bana bir mektup yazın; şöyle eski usul, kağıtlı zarflı..."

Evvelâ "Sapık mıdır nedir!" diye silip geçecek oldum fakat önsezim, "Belki de samimidir, dinle bakalım!" diye fısıldadı kulağıma. "Olur inşallah, lakin mektup adresi yazmayı unutmuşsunuz!" diye bir oyalama cevabı yolladım okuyucuya. Ertesi güne kalmadan "Adres metnin sonunda idi, mamafih yeniden yolluyorum" notuyla yeni bir mesaj geldi.

O esnada pek meşgul olduğum için (bilgisayarda yap-boz oynamaktaydım zira) "İnşallah bir müsait vakitte yazarım" diye not alıp bir kenara koydum.

Aradan altı ay geçmiş. Geçenlerde yeni bir hatırlatma notuyla karşılaştım, "Hani söz vermiştiniz ya!" diyordu, "Bana mektup yazacaktınız?"

"Yazarım be!" diye celâllendim, "Yazmadığım şey midir yâni?"; fakat önce bir zarf bulmak gerekiyordu. Yarım saat kadar odayı altüst ettikten sonra bir zarf bulunca bir şeyin kafamda "daannk!" diye çınladığını hissettim.

Çekmecemde zarf, odamda mektup kağıdı, cüzdanımda posta pulu yoktu. Mektup hayatımdan çekip gitmişti ve bütün bunların nasıl olup da değiştiğini farkedememiştim.

Neticeyi merak ediyorsunuz değil mi? Uzatmayayım:

Mektubu yazdım, zarfa koydum, adresledim ve masanın üstünde duruyor. Koridordan bir posta memuru geçene kadar öylece duracak galiba.