Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Mevlânâ ve Mevlevîlik adı altında dışa karşı yumuşak bir profil gösteren, sempatiden öte fazlaca mükellefiyet gerektirmeyen ve esasen içinde konulan şeylerin hafifliği sebebiyle muhteviyatı kolayca saptırılıp değiştirilivermeye açık bir sanat üslûbu icad edilmeye çalışılıyor.

Halbuki Mevlevîlik yolu, rüknü, âdâbı ve öğretisi ile vaktiyle çok ciddi bir tasavvuf mektebiydi; onu turistik gösterilerin metâı haline getirirken içten içe çürütmeğe ve içini boşaltmaya kimsenin hakkı olmasa gerektir.

Türkçe'de "galât-ı meşhur" diye bir kavram vardır, mânâsı, "öyle olduğu bilindiği halde herkes tarafından yanlış anlamıyla kullanılan kelime" demektir; hattâ bu kavramla ilgili olarak "galât-ı meşhur lugat-i fasihten evlâdır" yollu bir kelâm-ı kibar dahi üretilmiştir, "ortaklaşa paylaşılan yanlışlık, en sağlam sözlüğün hakemliğinden bile üstündür" anlamına gelir. İşte, "Gel, gel, ne olursan ol yine gel, ümitsizlik kapısı değildir bizim dergâhımız, bin kerre tevbeni bozmuş da olsan yine gel" rübaisinin Mevlânâ Celaleddin Rûmî'ye ait olduğunu iddia etmek "galât-ı meşhur" kavramının içini bütün hacmiyle dolduran bir örnektir. Edebiyat tarihçileri, orijinal Fârisi söyleyişi, "Bâzâ bâzâ" kelimeleriyle başlayan bu rübainin Mevlânâ'ya değil, ondan iki asır önce yaşamış mutasavvıf şair Ebu Said ebu'l-Hayr'a ait olduğunu söylüyorlar ve bu iddia en azından elli seneden beri ortada durduğu halde hemen herkes (başta Kültür Bakanlığı'nın, Konya Valiliği'nin resmi internet siteleri olmak üzere) şiiri Mevlânâ'ya atfediyor.

"Velev ki bu güzel rübai şuna değil de buna ait olsa, ne değişir ki" diyebilirsiniz; çok şey değişir; en başta hakikat duygusunun incitilmesi, üstelik sistematik ve ısrarla incitilmesi gibi bir mahzur vardır ki sair bütün mahzurlardan önce gelir.

Bu bir!

İkincisi, her aralık ortasında cümle âlem Mevlânâ haftası ve Konya'da düzenlenen Şeb-i Ârus törenlerinin coşkusunu kendince yaşarken, bu satırları yazan kişinin konuyu büyük süpermarketlerin tenzilat kampanyaları çerçevesinde ticâri bir hadise boyutuyla algılaması ve memnunluk duyması gerekirken tam aksine kendini rahatsız ve tedirgin hissetmesidir.

"O senin meselen; bizi ilgilendirmez" demeden önce, gerekçelerimi dinlemeyecek misiniz?

Evvelâ Zaman'ın Turkuaz ilavesinde Salih Zengin'in yaptığı haberin ayrıntıları arasında kısa bir gezintiye davet ediyorum sizleri. "Mevlânâ gel diyor, kimse anlamıyor" başlıklı habere göre Salih Zengin yüz Konyalı ile yüz yüze görüşerek minik bir anket yapmıştır. Bir benzeri de Konya Belediyesi tarafından gerçekleştiren bu ankete göre yüz kişiden 91'i Mevlânâ'nın doğduğu yeri, 78'i kaçıncı vuslat yıldönümünün idrak edildiğini, 59'u Mevlânâ'nın en mühim eserinin adını, 67'si Mevlânâ'nın sırdaşı ve hocasının ismini bilmemektedir.

Bilmeli midir? Bilmelidir; çünkü Mevlânâ ismi Konya'da kargo şirketinden nakliyat ambarına, züccaciye dükkânından turizm işletmeciliğine, oyuncakçıdan, etliekmekçiye kadar ticari faaliyette benimsenen ve tercih edilen bir özel isimdir ve Konya ile Mevlânâ adı hemen hemen örtüşmüştür; öyle olmasaydı bile sorulan sorular, genel kültür dairesinde biraz okuma yazma bilen herkesin bileceği kolaylıkta alelâde bilgilerle ilgilidir.

Burada Mevlânâ ile bu isim etrafında gitgide geliştirilmekte olan ticârî, mistik, entelektüel sektörlerin iç içe geçtiğini, daha fenası anlamından uzaklaştığını ve sulandırılarak hafifletildiğini görüyoruz.

Mevlânâ isminin gitgide daha çok metâlaştığını seyretmek çok hazin.

Bu hüzne Mevlânâ haftası dışında, senenin herhangi bir gününde de kapılmak mümkün. Bu isim giderek evrensel bir boyut kazanıyor ama hak ettiği içerikle değil. Mevlânâ ismi hoyratça tüketilirken onun fikriyatı ve eserlerinin anafikri sislere gömülüyor, körletiliyor.

Alın meselâ; nerede Mevlevi dervişlerinin bir salonda bir sanat faaliyeti çerçevesinde semâ gösterisi yaptığı haberini okusam bu hüzün içimde ekşiyerek sinir bozukluğuna dönüşüyor.

Mevlevî semâı bir folklor gösterisi haline geldi; dinî ve tasavvufî renkler taşıyan bir folklor gösterisi. Kültür Bakanlığı bir zamanlar bazı Mevlevi dervişlerini gösterilerde semâzenlik yapsın diye kadrolu istihdam yoluna gitmişti. Galib ihtimâl dervişlikten emekli olup emekli sandığından aylık alanlar bile vardır içlerinde. Bu uygulama hâlâ devam eder mi bilmem; ediyorsa şaşırmam.

Mevlânâ ismi, dinin "şeriat" diye bilinen müesseselerini ve hükümlerini by-pass ederek -güyâ- tasavvuf âlemine dalmanın anahtarı, kolay yolu haline geldi. Bu ülkede herkes Mevlânâ'yı sever, hürmette kusur göstermez, Mevlevî ayinlerini seyreder, kendince zevk alır ama bu muvacehede gösterdiği sempati, işin sadece gösteri kısmına münhasırdır. Mevleviliğin bir tarikat olduğu hakikati pek bilinmez; tarikatlardan bir tarikat. Türkiye'de "tarikatçılık" kavramı lekelenmiştir; Mevlevîlikten farklı tarikatlere mensup olanlara şüpheyle bakılır, böylelerinin (meselâ Rüfâilerin, Nakşilerin, Kaadirîlerin) değil kamuya açık yerlerde, gizli kapaklı mekânlarda bile âyin icra etmeleri zabıtayı ilgilendiren bir cürüm addedilir ama Mevlevîlik, kanunlarda yazılı olmayan bir himâye altındadır.

Mevlânâ ve Mevlevîlik adı altında dışa karşı yumuşak bir profil gösteren, moda tâbirle "light", sempatiden öte fazlaca mükellefiyet gerektirmeyen ve esasen içinde konulan şeylerin hafifliği sebebiyle muhteviyatı kolayca saptırılıp değiştirilivermeye açık bir sanat üslûbu, bir kulüp faaliyeti, mistik- entelektüel bir alan icad edilmeye çalışılmaktadır. Kimine göre Mevlânâ bir 'Aydınlanmacı'dır, kimine göre çağlar önceden sesini yükselten ganî gönüllü bir Hümanist.

"Gel gel.." diye başlayan rübainin bu kadar tutunması, kolayca fark edileceği üzre Mevlânâ ve onun yazdıkları üzerinden Hakikat'e vâsıl olmaya gayret eden bir cehd ihtivâ etmiyor; 'gel'ciler, -ismen pek telaffuz etmeseler de- laik tınılar taşıyan, dans, müzik ve herşeye hoşgörüyle bakmayı esas alan Hümanisit bir kültür kulübü oluşturduklarını düşünüyorlar.

"İyi ya, ilâcın yüzündeki şekerden lezzet alanlar, zamanla ilâcın şifâsından da istifade ederler" yollu yaklaşımlar var; saygıyla karşılarım ama ciddiye almak için bir sebep görmüyorum. Bırakınız by-pass usulü ile Mevlevilikle illiyet kurmaya kalkışanları, şu pistlerde oyun kırıp tennûrelerini dalgalandırarak huşû ile dönüp duran dervişânın bile Mesnevî'yi, Divân-ı Kebîr'i lâyıkıyla okuyup künhüne nüfuz ettikleri kanaatinde değilim ben. Mesnevî, ciddî edebiyat tedkikçilerine, mutasavvıflara ve din âlimlerine göre bir nevi Kur'an şerhidir, bir sanatkârâne tefsir faaliyetidir, tâbir-i mahsûsu ile o "mağz-ı Kur'an"dır (Kur'an'ın özü, ruhu), Uzakdoğu'dan düzinesi üç-otuz paraya devşirilen bir meditasyon kitabı değil.

Kezâ Mevlevîlik dahi, yolu, rüknü, âdâbı ve öğretisi ile vaktiyle çok ciddi, çok zarif bir tasavvuf mektebi idi; onu turistik gösterilerin metâı haline getirirken içten içe çürütmeğe ve içini boşaltmaya kimsenin hakkı olmasa gerektir.

Budur hüzn-i umûminin gerekçesi; kayda böyle geçirilsin.