Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Vatan tehlikede olsun veya olmasın, bana göre milliyetçilik, politik eylemden ziyade fikri hareketliliğin her an kıvılcımlanması gereken bir duruş yeridir ve dünyanın adeta yeniden yapılandığı şu günlerde milliyetçi diye bilinen kişi, kurum ve mahfillerin, sancılı bir sükûtun içine gömülmesi tam da Türkiye'ye mahsus bir garâbet halidir.

Bu satırlar kaleme alınırken Amerikan tankları Bağdat caddelerinde gördüğü her kıpırtıya ateş açıyordu; siz okurken bu çirkin saldırı belki sona ermiş, aralarında Türkiye'nin de bulunduğu "Müttefikler" muhtemelen "zafer"i kazanmış olacaklar. Bu saldırı ile dünya tarihinde önemli bir dönemece girilmiş oldu. AB'ye üye pek çok ülke de dahil herkes hazırlıksız yakalandı ama bizim ufuksuzluğumuz daha ziyade ortaya çıktı. Yakın gelecekte ne olacağını kestirememenin doğurduğu şaşkınlık hali âdeta bulaşıcı.

Şaşkınlık ve durağanlıktan en ziyade pay alan kesim, Türk siyasetinin milliyetçi ve muhafazakâr kanadı oldu. "Masumlara zarar verilmesin, Irak'ın toprak bütünlüğü zedelenmesin" kabilinden gevelenmeler haricinde bu cenahın aktif bir tarzda fikir serdettiğine şahit olmadık. Fikrî atâletten ötürü sadece milliyetçileri itham etmek haksızlık gibi değerlendirilebilir çünkü, geçirdiğimiz sıcak günlerde hemen herkes aynı derecede sersemlik hali yaşadı. Bu noktadan hareketle Türkiye'de fikir üretiminin, sözgelişi plastik sanayiinden daha geride olduğu söylenebilir; kimbilir, belki de bu üzücü durumu plastik üretimini, fikir üretiminden daha önemli saymamıza borçluyuz.

Fikir üretecek mahfillerin ülkemizde bu derece kısır kalmasının sebepleri, bugünün değil, "şanlı" mâzimizin sürükleyip önümüze bıraktığı bir sel süprüntüsüdür. Okumayı sevmeyiz, yazmayı sevmeyiz, televole seyreder, bol resimli gazetelere bakarız. İkibin satan kitabın yazarı haklı olarak övünür, bir milyon seyircinin önüne çıkan film başarılı kabul edilir; hiçbiri bugünün meselesi değil lakin neticesi can acıtıyor. Üniversitelerimiz bile bu fikri çoraklık içinde birer vaha haline gelememiştir. Buna mukabil resmi seviyede fikir üretmesi gereken bürokrasi atelyelerinin (Dışişleri, Ordu, Maliye vb) durumu parlak değildir: Irak'a yönelik politikalarımızın bir haftada işe yaramaz hale gelişi, toplumda esasen yerleşik geleneği bulunmayan fikri hareketliliğin, sırf mevzuat hazretlerinin itelemesiyle toplum ortalamasının üstüne çıkamayacağını gösteriyor.

Ben yine de bu atâlet iklimi içinde en çok milliyetçilerin itham edilmesi gerektiğine inanıyorum zira şahsi içtihadım gereği ben milliyetçiliği, aksiyoner eylem ve davranışlardan ziyade herkesten ziyade fikir ve çözüm projesi üretmesi gereken bir "duruş yeri" olarak görmek yanlısıyım. Halbuki milliyetçiliğin evrensel târiflerinden biri de, onun bir "aksiyon parolası" olduğudur: Bu meyanda milliyetçilik ve onun tabii uzantısı vatanseverlik, "vatan tehlikede!" çığlığının bir araya getirdiği endişelerin ifadesidir, yani milliyetçilik ve vatanseverlik, ancak vatanın tehlikeye düşmesi halinde hatırlanan ve derûnunda mevzi tutulan bir sığınağa benzer. Türkiye'de milliyetçiliğin yükseliş yılları, "vatan tehlikede!" sinyalinin isabetini kimsenin tartışmadığı zamanlara rastlar; bu dönemlerde milliyetçilik siyasi bir reaksiyon olarak yükselmiş, taraftar bulmuş ve politik bir dil kullanmayı başarabilmişti.

Vatanın tehlikede olmadığı zamanlarda milliyetçiler ne yapar sorusuna cevap aramak anlamsızdır; insanın yere bakanından, suyun durgun akanından hile sezilir. Varlığını tehlikeye bağlayanlar için tehlike en azından bir potansiyel güç olarak daima mevcuttur. Vatan tehlikede olsun veya olmasın, bana göre milliyetçilik, politik eylemden ziyade fikri hareketliliğin her an kıvılcımlanması gereken bir duruş yeridir ve dünyanın adeta yeniden yapılandığı şu günlerde milliyetçi diye bilinen kişi, kurum ve mahfillerin, sancılı bir sükûtun içine gömülmesi tam da Türkiye'ye mahsus bir garâbet halidir. Varlıklarını politika sahnesinde ispatlama gücünü kaybedenlerin hareketsizliğinde, eşyanın tabiatına aykırılık görünmüyor. Belki ta başından beri Türkiye'de milliyetçilik fikrinin gündelik politika ile daima haşır—neşir bir görüntü vermesi, bugünün milliyetçilerini zaafa uğrattı. Politik satıh dışında bir başka varoluş mekânı tasavvur edemedikleri için suskunlaştılar ve hareketsiz kaldılar.

Bu genellemenin küçük bir istisnasından bahsetmek istiyorum şimdi: Türk Ocakları'nın aylık yayın organı Türk Yurdu dergisinin son sayısında, altını çizmek istediğim iki makale yayınlandı. Her iki makale de "milliyetçilerin suskunluğu"na dikkat çeken ve içe doğru esaslı bir otokritik gayretinin başlamasını savunan yazılar. Bu yazılardan ilki, Alâaddin Korkmaz'ın üç sayıdan beri devam eden, "Milliyetçilik ve Siyaset— Milliyetçiler Neden Tartışamıyor?" başlıklı yazısıdır. Yazıda önemli tesbitler var, mesela: "Milliyetçilerin tartışma geleneği yoktur, Sürü adamı değil şahsiyet yetişmesine öncelik verilmelidir, Fertleri ve kurumları emir altında bulunan siyasi hareketlerde gelişme olmaz" gibi başlıklarda nice hicran ve hatanın saklı olduğu âşikâr. Yazının kusuru, bana göre zaaflara teorik genellemeler şeklinde işaret koyularak, meselenin şerhinden kaçınması. Doğru ama eksik. Diğer yazı, Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkanı Prof. Dr. Ümit Özdağ'a ait: "Türk Milliyetçiliğine Eleştirel Yaklaşım" isimli makalesi; ilkine göre daha analitik, etraflı ve bütüncü ama, tenkide mânidar bir çıkış noktası bulmak ve göstermek bakımından insanda eksiklik hissi bırakan bir deneme. Yine de bir "tartışma çağrısı" olmak bakımından kaydedeğer bir nitelik taşıyor, çünkü benzerleri o kadar az ki. İki çiçekle bahar gelmez diyenlerden misiniz bilmem; "barika—i hakikat, müsademe—i efkârdan doğar" sözünün bereketine inanmak istiyorum.

Aklinizda bulunsun:

Ankara rüzgâri

Futbol takımlarının ait oldukları şehri temsil eden, hatta "şehir ruhu"na birşeyler ilave eden bir tarafı vardır. Milletlerarası müsabakalarda takım isimlerinin daima bulundukları şehirle birlikte (mesela GS" İstanbul, GB"Ankara gibi) zikredilmesi önemli bir ayrıntı. Bu noktada futbol kulüpleri, dar anlamda futbol kavramının ötesinde bir şehir temsilcisi gibi görev ifa ediyorlar. 1967 yılında zamanın Futbol Federasyonu Başkanı rahmetli Orhan Şeref Apak'ın ikinci futbol ligini tesis ederek Anadolu şehirlerini bu mânâda temsile davet etmesi, mânidar bir adım olmuştu. Bugün taşrada pek çok insan, kimliğini belirten işaretlere, kendi şehrinin takımını da ilave ediyor.

Ankara'nın bu mânâda temsile ihtiyacı var mı; tartışılır. Pâyitahtımızdır, ne var ki Ankara, Cumhuriyet kurulalıberi, payitaht sıfatının altında ezilmişe benzer. Ankaralı, Ankara'da zor bulunan bir insan tipidir. Her yılın 27 Aralık'ında Gölbaşı mevkiinde Ankara havaları ile iki kol dönen cepkenli seymenleri saymazsanız, Ankara'nın kendine mahsus "alâmet"i fârika"sını hatırlamakta zorluk çekmeniz tabiidir. Denemesi bedava, koca başkentin, hemşehrilerince bilinen, okunan ve tutulan bir gazetesi bile yoktur.

Gazeteleri olmayabilir ama Ankaralılar'ın bu demler taş gibi bir futbol takımı var; "bu demler" lâfzına takılmayalım: Gençlerbirliği Spor Kulübü 1923'te kurulmuştur ama ligde büyük"küçük demeden önüne gelenin tozunu atması, son birkaç yıla tesadüf ediyor. Hele bu sene Gençlerbirliği öyle güzel futbol oynuyor ki, bu gidişle büyük kulüp taraftarlarının tabanını kaydırması bile muhtemeldir. Yeri geldiği için söylüyorum, Galatasaray'ı tutarım lâkin bu sene Gençlerbirliği'nin şampiyon olmasını can ü yürekten diliyorum. Güzel futbol bir ödülle taçlandırılacaksa, şampiyonluktan daha anlamlı bir ödül olamaz. Elhak hakediyorlar zaten!

Memleketin kaydadeğer kalem erbablarından Tanıl Bora, şu sıralar herhalde asıl meşgalesinden ziyade futbol yazarlığı ile meşhur olsa gerektir. Birikim dergisinin daimi yazarlarından olan Tanıl Bora, münhasıran sol, siyaset, etsinite konularında kitap ve makaleler kaleme almış bir isimdir. İmzasını Radikal'in spor sayfasında görünce önceleri isim benzerliği sanmıştım. Bu yazılarında Tanıl Bora, "üç büyükler" temasının dışına çıkmaya hususen itina eden kıymetli futbol kritikleriyle, bu işten ekmek yiyen nice dinozora ders veriyor gibiydi âdetâ. Spor sayfalarında misline pek tesadüf etmediğimiz lezzette, güzel tenkidlerdi bunlar.

Tanıl Bora meğer bir taraftan, beş seneden beri "Gençlerbirliği Tarihi" yazmakla meşgul imiş. Kitabın adı ismiyle müsemmâ: "Ankara Rüzgârı". kapağında üç mânidar rengin hâkim olduğu bir futbol "enstantane"si yer alıyor: Kırmızı, siyah ve yeşil.

Gençlerbirliği Tarihi!

412 sayfalık hacimli kitabın daha ilk sayfalarında, "keşke her spor kulübünün Tanıl Bora gibi bir taraftarı olsa" diye geçti içimden. Kendisiyle birkaç defa ayaküstü sohbet etmişliğimiz var, yakından tanımam ama eminim ki Ankaralı'dır; ne var ki beş yıllık emek ve göznurunun eseri olan kitaba kim imza koysa, doğma büyüme Ankaralı olurdu. Şehir ruhu, biraz da şehir kitaplarında saklıdır çünkü ve bu kitap, "Ankara Kütüphanesi"ne konulabilecek en güzel eserlerden birini teşkil ediyor. Dikkatli gözler, kitabın içinde sadece Gençlerbirliği'nin değil, Ankara'nın da 80 yıllık geçmişinden mânidar izler bulacaklardır.

Kitaptan zevk almak için Ankaralı olmak da gerekmiyor, çünkü roman gibi akıcı bir üslûpla, hatta heyecanla okunabilecek bir eser bu.

Bu kadar kusur, kadı kızında da olur deyip geçmeyeceğim; bir "tarih" kitabı için çok gerekli olan indeksi yok eserin; ikinci baskısına inşaallah.

Bilgi için: www.genclerbirligi.org.tr,

Tel: 0312 215 30 00