Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Millet kelimesinin bugünkü anlamıyla Anadolu Türkçesinde yaygın şekilde kullanılmaya başlaması kadim değildir, yenidir.

Milliyetçilik kavramı da bize ait değil; XX. yüzyılın ilk çeyreğinde Batı'dan tercüme edildi çünkü daha önce bünyemiz bu kelimeyi kullanmayı gerektiren bir ihtiyaç içinde değildi. Bugün kullanılan mânâsıyla milliyetçilik bizde 1911'deki Balkan mağlubiyetinden sonra başladı, nitekim Türk milliyetçiliği fikrinin ilk defa kurumlaştırdığı Türk Ocağı'nın kuruluş tarihi 1912'dir.

Önce bu gerçeği bir kenara yazalım: Milliyetçilik, tıpkı sendikacılık, sosyalizm, endüstriyalizm, sosyalizm gibi Batı mahreçli bir cereyandır. Batı menşeli olmasını bir kusur ve ayıp olarak nitelemiyorum, bazı milliyetçi arkadaşlarımızın sandığı ve ileri sürdüğü gibi ‘tarihin derinliklerinden süzülerek gelen millî bir fikir' olmadığını vurgulamak istiyorum. Milliyetçilik modern bir cereyandır, Batı markalıdır ve kesinlikle ‘millî” filan değildir.

‘Tarihin önceki devirlerinde insanlar, milliyetçilik benzeri duygular içinde değiller miydi?' sorusunun da karşılığı verilmelidir; buna kısaca dayanışmacılık diyebiliriz. İbn-i Haldun bu kavramı ‘Asabiyye' diye isimlendirmişti, yani ‘Millet'ten daha küçük kapsamlı, kabile veya hanedana bağlılık benzeri sosyolojik yapılar arasında görülen birbirine tutkunluk, zor zamanda dayanışmak, tehlikelere karşı kendine en yakın hissettiklerine güvenmek ve onlardan yardım istemek.

Bu haliyle ‘Asabiye' insanlık tarihi kadar eski ve tabiidir. Anadolu'da pek çok yerde milliyetçiliğin işte tam bu anlamda kullanıldığına hâlâ şahit olabilirsiniz: “Çok milliyetçidir; hemşehrilerine, köylülerine karşı tutkundur, onların yardımına koşar; ölüsünde de dirisinde de yanlarında olur.” derler.

Buradan şu sonucu çıkarıyorum. Milliyetçilik kavramı, bizim tarihimizin ve sosyal dokumuzun eseri olmadığı, sonradan Batı dillerinden tercüme edildiği için hâlâ hemşehrilikle, yöre dayanışması ile aynı şeymiş gibi değerlendirilebiliyor.

Batı dünyasında milliyetçilik, sanayi ihtilâlinin fırtınalarından sonra belirdi ve ihtiyaç haline geldi. Yüksek üretim kapasitesi iki basit gerçek üzerinde ayakta durabiliyordu:

1-Ucuz, bol hammadde ve enerji kaynakları

2-Ürünlerin hızlıca satılabileceği büyük pazarlar

Sanayi ihtilâline tepki olarak gelişen sendikalizm ve sosyalizm de milliyetçilik (yani nasyonalizm) gibi aynı buhranın ve sebebin çocuğudur; hepsinin ardında milli bir pazar (market) inşâ etmek ve bu pazarda üretilen malların hızlı dönmesini sağlamak için sömürge siyaseti kollamak ihtiyacı bulunuyor. Bu çerçevede Batılı milliyetçilik bir ‘Pazarı koruma' doktrinidir.

Osmanlı aydınlarının milliyetçiliği bu kadar hızlı benimsemesinde üretim ve pazarlama ihtiyaçlarının zorlaması yoktu; onlar milliyetçiliği yağmaya uğrayan bir devletin bütünlüğünü bir arada tutabilmek maksadıyla bir tutkal, bir çimento gibi gördüler; öyle anladılar, öyle benimsediler. Aradan bir asır geçtikten sonra Türkiye'de milliyetçiliğin hâlâ iktidarla muhalefet arasında ‘köşe kapma yarışı' şeklinde rekabete yol açması, son Osmanlı aydınlarının zihnine akkor halindeki harflerle yazılmış korkudan kaynaklanıyor: Ülkenin parçalanması, adeta ilmeği çözülmüş bir halı gibi dağılıvermesi. O yüzdendir ki bizde ‘Vatan tehlikede, aman safları sıklaştıralım' endişesinin körüklediği bir tehlike alarmı olarak karşılık buldu milliyetçilik.

MİLLİYETÇİLİK BİRLİĞİ SAĞLAR MI, SARSAR MI?

Milliyetçilik, bir ülkede birlik ve beraberliğin sağlanması için en elverişli davranış ve düşünce şekli midir; bu fikrin en azından tartışılır olduğu kanaatindeyim fakat siyasetin gündelik gidişatında milliyetçiliğin bir ‘derlenip toparlanma borusu, bir silkinme, öze dönme çağrısı' olarak anlaşıldığı da bir gerçektir. Olması gerekenle olan arasında fark var. Beğensek de beğenmesek de milliyetçilik, Türkiye siyasetinde hâlâ geçerli bir akçe. Şu an itibarıyla biri iktidar, öteki muhalefet iki büyük parti ‘kimin daha ve gerçek milliyetçi' olduğu konusunda rekabet halindeler. Milliyetçi kimliğini ilk kuruluş gününden beri isminde taşıyan muhalefet partisinin lideri iktidar liderlerini ‘millicilik taslayarak kendileriyle yarışa girmek'le itham etti. İktidar önderleri ise özellikle 7 Haziran seçimlerinden sonra retoriğini millici, yerlici ve özellikle vatanperver bir esasa oturtarak oy kayıplarını telafi etmek hesabında.

Her durumda kendini milliyetçi diye tarif eden seçmen kitlesi şu anda bu iki partinin nazarında çok değerli ve paylaşılamayan bir değer olarak ifade ediyor.

Siyasetin tabiatında rekabet var fakat özellikle Batı dünyasında din ve etnisite konuları özellikle rekabetin dışında tutuluyor; hatta bu konuda anayasal ikazlar bile mevcut. Avrupa ve Batı dünyası, kanlı tarihinde dini ve etnik konularda çok ağır bedeller ödediği için siyasi hayatta bu iki faktörü devre dışı bırakmak konusunda kararlı davranıyor; buna mukabil Türkiye'de milliyetçilik vatanseverlik mevzuları kimin daha milliyetçi ve vatansever olduğu noktasında kilitlendi. Bu duruma sevinmeli miyiz? Hayır, ben aksi kanaatteyim.

MİLLİ OLMAK ASGARİ ŞARTTIR; DÜRÜST OLMAK DA ÖYLE...

Bir politikacı için ülkesini sevmek, onun iyiliğini, refahını ve saadetini istemek ille de altı çizilmesi gereken bir üstünlük sebebi, bir meziyet değil; tam aksine bir mühendisin dört işlem bilmesi, bir sürücünün asgari trafik bilgisine sahip olması, bir futbolcunun oyun esnasında sadece ayaklarını kullanması gerektiğini kavraması gibi asgari şarttır; o kadar asgari ki normal bir memlekette politikacıların, “ben milliyetçiyim” şeklinde tavır göstermesi bile lüzumsuz sayılmalıdır. Ülkenin çıkarlarını gözetmek sadece politikacılar için değil her vatandaş için temel ödevdir; bu durumda ‘ben senden daha milliyetçiyim” yarışına girenlerin alkışlanmak yerine aklî melekelere sahip olup olmadıkları konusunda sorgulanması gerekir.

Aynı şekilde siyasi hayatımızda ‘dürüstlük, hırsız olmamak ve kamu malına yan gözle bakmamak' da siyasi bir meziyet sayılmamalıdır. Dürüst olmak asgari şarttır. ‘Ben dürüstüm' diye kendini medheden birine, ‘Dürüst olmaktan başka seçeneğin var mı arkadaş?' diye sorulsa yeridir.

Din ve milliyetçilik siyasetdışı kalacağına göre geriye politikacılara ne kalıyor? Elbette ki ‘proje'; sadece ve sadece proje. Siyaset, din, millilik, dürüstlük, erdem ve ahlâk gibi üst değerlerin değil, projelerin yarıştığı bir alan olmalıdır. Hale bakınız ki bizde, 1 Kasım seçimlerinde seçmene kimin ne kadar milliyetçi ve dindar olduğu konusunda tercihini belirtmesi isteniyor.

MİLLİYETÇİLİKTE DEĞİL, HİZMET PROJELERİNDE YARIŞMALI PARTİLER

“Bu kadarı da seçmene hakaret” diyesim geliyor ama aynı teknenin içindeyiz, diyemiyorum. Türk seçmeni siyaset yarışından proje üzerinden kaliteli hizmet talep etmek yerine, “biz arslanız, kaplanız, ötekiler kedi” kampanyalarına kulak kabarttığı sürece bu tehlikeli yarış devam edip gidecek; öyle görünüyor çünkü birisi diğerine, “Senin kanından şüphe ederim” suçlaması yönelttiğinde ötekinin en hızlı ve tabii tepkisi “kanının ne kadar temiz ve saf” olduğu hakkında müdafaaya geçmek oluyor.

Siyaset artık teknik bir süreçtir. İdeolojik üstünlük taslayarak yarışta öne geçmek yerine işin içine dini-imanı, milliyeti, erdemi karıştırmadan hangi teknik konuda hangi meseleyi hangi teknikle çözeceğini yarıştıran yeni kuşak siyaset adamlarına ihtiyacımız var.

Çok mu bekleriz dersiniz?