Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Câmilerimizin minberleri boştur; Nice masraf bahasına inşa ettirilen ve klasik devir camilerinde mihrabın sağ tarafında ihtişamla yükselen minberler, bugün câmilerin hayattan yalıtılmışlığını gösteren birer süslü sembolden ibarettir.

Bu hüküm cümlesini paylaşmayabilirsiniz; minberler size o pek zarif mimari biçimiyle mescidlerde görevini pekâlâ ifa eden, cumadan cumaya imam efendinin dualar mırıldanarak ağır adımlarla tırmandığı ve haftalık hutbesini irad ettiği bir ulvi mahal gibi görünebilir. "Minber budur ve bu işe yarar" kanaatiyle yetinenlerden iseniz, bir başka sayfaya geçebilirsiniz.


Evvelâ minberin camilerde nasıl yer bulduğuna bakalım: İslâm Ansiklopedisi'ne göre Efendimiz, Hicret'in 7. yılında, üzerinde halka vaaz verdiği minberini yaptırmıştı; bu minberin iki basamağı ve bir de oturacak yeri vardı. Yani minber başlangıçta yüksekçe bir kürsü veya taht şeklinde idi. Hazreti Ebubekir, hilâfet makamına gelirken cemaatin biatını almak için bu kürsüye çıkınca, onu takib edenler de bu geleneğe uydular. Daha sonraları valiler de göreve gelirken ve ayrılırken minbere çıktılar. Bu bilgiden anlaşılıyor ki minberin ilk zamanlarda ibadet ile doğrudan alakası yoktu ve daha ziyade toplumsal ve siyasi bir anlamı vardı. Minberin şimdiki fonksiyonu ile, yani cuma hutbelerinin irad edildiği yer olarak kullanılması Emeviler saltanatının sonlarına doğru vuku buldu. Sonraki yıllarda minber, camilerin iç mimarlığında ayrılmaz bir unsur haline geldi; sadece cemaat hizasından yükseklik temin eden ilk ve basit fonksiyon geliştirilerek minber formu, ağaç ve taş işlemeciliğinin en güzel örneklerine sahne oldu.

Minber'in kaderi, "Cami" kavramıyla birlikte İslâm devletlerinin siyaset etme tarzı ve geleneği ile sıkı sıkıya bağlıdır. Devlet yönetimi halka kapalı ve oligarşik bir şekle bürünürken cami ve minber, siyasi ve toplumsal boyutunu kaybetmeye başladı. Kısaca yöneticiler, câminin siyasi tartışma (muaraza) mahalli olmasını istemiyorlardı. Meselâ Medine devrinde ibadet fonksiyonunun yanısıra bir mahalli parlamento, bir bürokratik ofis, mahkeme veya eğitim gibi farklı ihtiyaçlara cevap veren mekan gibi görevler üstlenen cami, İslâm devletinin daha geniş ve güçlü şekilde teşkilatlanma, bürokratik bir denetim mekanizması kurabilme ve özellikle Hazreti Osman'la başlayıp Muaviye devrine kadar intikal eden iç çatışma ve mezhep ihtilaflarının öğrettiği ürkütücü dersler yüzünden sadece ibadetle sınırlandırılmak ihtiyacı hissedilmişti.

Cami'nin ibadete mahsus hale getirilmesiyle minber de, ibadet fonksiyonuna bağlandı. "Böyle olması daha doğruydu" diye düşünülebilir. Özellikle "Siyasi İslâm" cereyanının son on yılda bütün dünyada çok kötü bir şöhret yapması ve fena bir imaj kazanması yüzünden caminin, devlet işlerinden ve siyasi düzlemden uzaklaştırılması isabetli bir tarihi gelişim şeklinde değerlendirilebilir. Ancak burada vurgulamak istediğim husus, bu gelişime paralel olarak caminin gündelik hayattan yalıtılması ve formel ibadetin mekânı olarak sınırlandırılmış olmasıdır. Tarihi süreç içinde cami ve minber anlam değiştirmiştir ve bugün minberlerin suskun olması, işte bu gelişimin uzak bir neticesi olarak karşımıza çıkıyor.


Minberler gerçekten suskun mu? İslâm âleminde her cuma günü, o alışıldık tâbirle "gümbür gümbür" hutbeler irad edilen minber basamaklarından bahsederken minberlerin suskunluğundan bahsetmek mümkün mü?


Her cuma günü, toplumsal önemi ısrarla vurgulanan cuma namazını kılmak üzere camilere gidenler, iç ezanı müteakip minbere çıkan imamların ne söyleyebileceğini üç aşağı beş yukarı biliyorlar. Hutbeler, önceden müftülük kanalıyla camilere dağıtılıyor ve imamlara metin dışına çıkmamaları konusunda sıkı tembihlerde bulunuluyor. Son haftalarda sıkça şahit olduğumuz gibi devlet bürokrasisi açısından günün veya haftanın "mânâ ve ehemmiyeti"ni vurgulayan hutbe metinleri bunlar. Özellikle bir ay kadar önce minberlerden cemaate okunan "dövizinizi bozdurun; Türk Lirası kullanın" konulu hutbenin akisleri henüz unutulmuş değil. Gününe göre veremden tutun ağaçlandırmaya, aşıdan vergi bilincine, Cumhuriyet'in faziletlerinden trafik kazalarına kadar ne kadar harcıâlem konu varsa rutin bir ses tonuyla minberden irad edilmesi ve cemaatin ekseriya uyuklayarak hutbeyi dinledikten sonra vazifesini tamamladığı hissine kapılması bize ne kadar da alışıldık geliyor. Hatipler, "başımız derde girmesin" endişesiyle Cumhuriyet'in ilk yıllarından beri Diyanet tarafından yayınlanmış belli başlı hutbe kitaplarından parçalar seçerek okumayı tercih ederler: "İman denizinde fırtınaya tutulan çürük nefs teknesinin cılız kandili..." gibi iç bayıltıcı ve demode bir edebiyat anlayışıyla kaleme alınan bu metinlerin, geçen onca zamana rağmen hâlâ tekrarlanabiliyor ve dinleniyor olması düşündürücüdür zira cuma hutbeleri "gündelik" olanla ilgilenmek, olup biten şeylerin dini nokta—i nazardan nasıl değerlendirilmesi gerektiği hakkında cemaate yön göstermek zorundadır.


Burada iki mühim nokta var: İlkinden söz ettik; cuma hutbelerinin bürokratik hiyerarşiye uygun tarzda yukarılardan belirlenerek cemaate tebliğindeki yavanlık; ikincisi ise gerçekten hutbe iradına muktedir din görevlisinin sayıca son derece yetersiz oluşu. Türkiye'de din eğitimi, 28 Şubat'a kadar hayli yaygındı ama din eğitimi veren kurumların iyi mezunları, imam—hatiplikten ziyade sair din dışı mesleklere yöneliyorlardı. Neticede kürsüsünü veya minberini hakkıyla dolduran, cemaate her haliyle örnek teşkil edebilecek yüksek vasıflı eleman —fiilen— yetiştirilememiş oluyordu. İmam—Hatiplerin liselere çok ciddi bir alternatif teşkil ettiği farkedildiği andan itibaren bu kurumların kolu kanadı budandı. Bugünlerde ise ayakta kaldığı kadarıyla İmam—Hatip Liseleri öğrenci bulamamak sıkıntısı içindedir. Hükümet veya Diyanet, —farzımuhal— bugünden sonra "minbere çıkan her hatip hutbesini dilediği gibi vermekte serbesttir" diyecek olsa bile minberler suskun kalmaya devam edecek; zira yetiştirilen imam—hatip nesli, minberini dolduracak kemâlden mahrum. Cuma hutbesini, gündelik siyasete alet etmeden "haftanın icmâli" şeklinde ve yüksek bir seviyede takdim edebilecek hatibimiz yok. Minber suskunluğunun pratikte ilk sebebi vasıflı hatip eksikliği ise, ikincisi cemaatteki talep yetersizliğidir ve tam bu noktada camilerin bütün müştemilatı ile birlikte nasıl "formel ibadet" uygulamasının içine hapsedildiğini açıkça farkedebiliyoruz.


Minberlerin suskunluğu ile İslâm dünyasının bugün içinde bulunduğu hicran verici durum arasında çok dikkate değer bir paralellik görüyorum. Müslümanların dinleriyle ilgisi, zamanı doğru yorumlamaya yarayacak bir zihni açılıma imkan vermekten ziyade ibadet esaslarının ayrıntıları üzerine yoğunlaşmış haldedir. Müslümanlar adına dünya işleriyle ilgili görüş belirtmek gerektiği zaman bu vazife genellikle "kanaat önderi" diyebileceğimiz az sayıdaki kişi ve kuruluş (gazete, dergi, tarikat, vakıf, parti, dernek vb.) tarafından üstlenilmekte ve onların kanaati, herkesi kapsarmış gibi bir görüntü hâsıl olmaktadır.

Eğer varlığından bahsetmek gerekirse "İslâmi kamuoyu" denilen vâkıâ, dünya görgü ve bilgisinden habersizdir: Dinî kavram ve kurumları lâyıkınca bilmediği için çok kolay suiistimale uğrayabilir. Dinin anlamından ziyade şeklî taraflarıyla ilgilidir. Fikri içtihat kaabiliyeti, şaşırtıcı derecede zayıftır. Olayları önceleyebilecek veya yön verebilecek yeteneklerden mahrumdur; ezcümle bütün tepkisi iki şıkta özetlenebilir: Suskunluktan ibaret bir rıza ve şiddetten ibaret bir protesto. İfratla tefrit arasında sıkışmış bir "varoluş" tezahürü!

Mescidlerde namaz haricinde yanyana oturan iki kişinin kulak kulağa fısıldaşmasını bile hor gören iç disiplinin, son kertede nasıl bir ifadesizliğe yol açabildiğini farkedebiliyor musunuz? Minberlerin suskunluğu aslında "İslâmi kamuoyu" dediğimiz mevhum mefhumun dilsizliği ve tereddîsi olarak da okunabilir.

Bugün "İslâm" adına konuştuğunda kendisine en çok kulak verilen kişilerin Usâme Bin Ladin, Müslüm Gündüz, Şevki Yılmaz gibi isimlerin temsilciliği altında niçin hep radikal örnekler olduğuna dikkat edilmeli; Dünya kamuoyu İslâm'ı Hüseyin Nasr, Muhammed İkbal, Nureddin Topçu veya Hayrettin Karaman gibi gerçek entellektüellerin dilinden ve kaleminden değil de, teröristlerin ve kışkırtıcıların ağzından tanıyorsa kabahati biraz da kendi iç dinamiklerimizde aramalıyız.

Minberler sustuğunda onlar konuşuyor çünkü!