Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Genelkurmay Başkanlığı, geçtiğimiz günlerde basında hayli yankı bulan bir açıklama yaptı; Genelkurmay İletişim Daire Başkanı Tuğgeneral Metin Gürak, ‘meslek ilkelerine aykırı yayın’ yaptıkları gerekçesiyle bazı yayın kuruluşları hakkında Basın Konseyi ve Gazeteciler Cemiyeti’nden harekete geçerek müeyyide uygulamalarını talep etti. Bu şikâyet, emekli bir silahlı kuvvetler mensubunun intiharı sebebiyle yapılmıştı. JİTEM mensubu olduğu ileri sürülen emekli Albay Abdülkerim Kırca, hakkındaki suç duyurusu ve isnadların ağır baskısı sebebiyle evinde intihar etmişti. Genelkurmay sözcüsü, basın kuruluşlarından ‘meslek ilkelerine aykırı yayın yapılmamasını’ talep ediyordu. Olayı duyuran gazeteler, açıkça isim belirtilmemesine rağmen Genelkurmay sözcüsünün Star Gazetesi’ni imâ ettiğini ve bu gazeteye yönelik bir akreditasyon iptâlinin söz konusu olabileceğini belirttiler.

YAP-BOZ: TÜRK ORDUSU VE ANAYASALARI…

Bu haber hayli dikkat çekicidir ve birkaç nokta-i nazardan incelenmeyi hak ediyor.

Her mesleki grubun itaat etmesi gereken bir ‘meslek ilkesi’ veya ‘etik’e atıf yapılması hayli önemlidir ve bu Türkiye’de bugüne kadar alışageldiğimiz ordu geleneğinin dışında olumlu bir tutumdur; bu durumda bizatihi ordunun da uyması gereken bir meslek ilkesinin varlığını hatırlıyoruz. Ordu, kendi meslekî prensiplerini, 4 Ocak 1961 tarih ve 211 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri iç Hizmet Kanunu’ndan alıyor; bu kanunun 35. maddesi TSK’nın görev alanını belirliyor; “Silahlı Kuvvetlerin vazifesi, Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyetini kollamak ve korumaktır.” Son derece bârizdir ki bu cümle, özellikle ‘Cumhuriyeti korumak ve kollamak’ ibâresi itibariyle açık uçlu bir ifâdedir; nitekim 27 Mayıs Darbesi de dâhil olmak üzere ordunun siyasete yönelmiş bütün müdahaleleri, bu kanunun 35. maddesi kapsamında mütalaa olunarak meşruiyet kapsamına sokulmuştur. Ne var ki aynı maddede yer alan ‘Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’ ifâdesi, TSK’yı aynı zamanda Anayasa’ya itaatle sorumlu tutmaktadır; öyleyse kısa bir tahlil yapmanın yeridir. 27 Mayıs Darbesi’ni gerçekleştiren Millî Birlik Komitesi, itaatle sorumlu olduğu -ve o esnada geçerli olan- 1924 Anayasası hükümlerini açıkça çiğnediği gibi darbeden sonra bu anayasayı değiştirip 1961 tarihli Anayasa’nın kabul edilmesine ön ayak olmuştu. ‘İç Hizmet Kanunu 1961 tarihlidir ve geriye doğru işletilemez’ itirazını geçersiz kılan yeni olgu, Ordu’nun bu defa ‘emir-komuta hiyerarşisini koruyarak yaptığı 12 Eylül 1980 Darbesi’dir. 12 Eylül Darbesi, 1961 Anayasası’nı sadece ihlâlle kalmıyor, yine ordunun tavsiyesiyle yapılan anayasayı toptan hükümsüz kılarak yeni bir Anayasayı yürürlüğe sokuyordu.

Bu durumda ordunun ‘yürürlükteki anayasa nizamı’ndan çok Türk yurdunu ve Cumhuriyeti korumak ama daha mühimi ‘kollamak’ görevini önemsediği sonucunu çıkarıyoruz; bu cümledeki ‘kollamak’ fiili, askerî darbeyle neticelenmese de buz gibi askerî müdahale sayılan çok sayıda politik angajmanı meşrulaştırmak için kullanılmıştır.

Ara sonuç: TSK, Cumhuriyet tarihi, özellikle çok partili dönem itibariyle görevini ve itaat etmesi gereken mesleki kriterleri, hayli muğlak ve açık uçlu bir kanun metninde bulmuştur. İki kere Anayasa değiştiren askerî irâdenin, İç Hizmet Kanunu’nun 35. maddesini değiştirmemesi ilginçtir.

BASIN ETİĞİ VE ORDU’NUN AKREDİTASYON UYGULAMASI

Geneli itibariyle bir ‘askerî vesâyet’ idaresi şekli gösteren çok partili yıllar esnasında ordu, müteaddid kereler politikaya -açık veya örtülü tarzda- müdahale ederek tartışılan bir kurum hâline gelmiştir. Hâl böyleyken Genelkurmay sözcüsünün demokratik üsluba riayet göstererek, faaliyetinden rahatsızlık duyduğu bir basın kuruluşunu, yine bir başka basın kuruluşuna şikayet etmesi olumlu bir kurum davranışıdır.

Ne var ki, şu âna kadar hâlâ süregelen akreditasyon uygulaması, Ordu’nun basın hakkında hiç de demokratik olmayan bir tutumu sürdürdüğünü gösteriyor. Genelkurmay, 28 Şubat sürecinden beri bazı basın kuruluşlarını resmî muhatap saymamakta, ordu faaliyetlerini izlemesine izin vermemekte, hattâ bu gazetecileri askerî mıntıkalara sokmadığı gibi bu alanlara ilgili gazetelerin girmesini engellemektedir. Akreditasyon uygulamasının, geçerli kanunlara göre mâkul bir dayanağı bulunmuyor ve bu hâliyle bir ‘genelkurmay geleneği’ gibi görünüyor. Genelkurmay sözcüsü, haklı olarak ‘basın ilkeleri’ni hatırlatırken, ordunun bütün basın kuruluşlarına karşı eşit mesafede durması gerektiğini de hatırlamalıydı.

YAŞ MAĞDURLARININ MASUMİYET

KARİNESİ YOK MUYDU?

Genelkurmay İletişim Daire Başkanı Tuğgeneral Metin Gürak, basın açıklamasında ‘bütün tarafların masumiyet karinesi ve soruşturmanın gizliliği’ konularında hassas davranmalarını istemişti. Mâsumiyet karinesi kısaca şudur: Bir zanlı, suçluluğu isbat edilinceye kadar mâsumdur; halbuki TSK, 1982 Anayasası’nın 125. maddesinden aldığı güçle her sene toplanan Yüksek Askerî Şûra’da, uygunsuz gördüğü kişilerin orduyla ilişkisini ebediyyen kesebilme yetkisini kullanıyor. Anayasa’ya göre YAŞ kararları yargı denetiminin dışındadır ve hukuktan biraz anlayan herkes teslim eder ki bu anayasa maddesi, hukukun temel ve genel prensiplerine aykırıdır. Yani, YAŞ kararıyla orduyla ilişiği kesilen askerî personel için ‘Masumiyet karinesi’ inceliği gözetilmemekte, bu kişilerin icabında yanlış veya eksik bir soruşturma neticesinde gadre uğramış olabilme ihtimâlleri göz ardı edilmektedir. Yani ordu, resmî görevi esnasında suç işlediği ileri sürülen bazı personelini sadece kendi idari kararıyla ve savunma hakkı kullandırmaksızın, temyizi mümkün olmayacak tarzda bünyesinden uzaklaştırırken, bazı personeli hakkındaki suç isnadının gazetelere yansımasına hoş gözle bakmamakta, bu gibi personelin masumiyet karinesi ve soruşturmanın gizliliği gibi evrensel hukuk prensipleri çerçevesinde mütalaa edilmesini talep etmektedir.

Çelişki açıktır; bazı eylemlerin ‘kanun’a uygun görünmesi, onların ‘hukuk’a uygun olduğuna ‘karine’ teşkil etmez.

ASKERÎ VESAYET NEREYE KADAR?

Türkiye muasır demokratik kurumlar standardına doğru ilerledikçe, ‘askerî vesâyet’ görüntüsünün daha farkedilir hâle gelmesi ve tartışılması kaçınılmazdır. Ordu’nun sistem içindeki yeri, henüz kestiremeyeceğimiz bir vâdede Batılı standartlara uygun hâle gelecektir ve gelmelidir. Türkiye’de ordu, anayasa metninde geçmemesine rağmen, yasama, yürütme ve yargıdan sonra ‘dördüncü kuvvet’ gibi algılanıyor. Her kritik iç ve dış meselede ‘iyi ama ordu bu işe ne diyecek?’ merakı gündeme geliyor ve getiriliyor. Kendisine yönelik bu derece ağır beklentilerin orduyu yıprattığı ve zaman zaman zorladığı açıktır; çünkü para politikasından diplomasiye, eğitimden mahalli idarelere, tarihe dair tartışma konularından bürokratik ayrıntılara kadar bir yığın gerekli veya gereksiz meselede ordunun görüş bildirmesi, taraf hâline gelmesi, kendisini bu gibi problemleri aşmak için organizeye mecbur hissetmesi dünyanın her ordusunu yıpratır ve zora sokar. Türkiye’de ordu, seçim kazanamayanların endirekt yoldan iktidarı kontrol etme heveslerine mesned edilmekten kurtarılmalı ve politika ile askerî hizmetlerin alanı kesin olarak birbirinden ayrılmalıdır. Neyin nasıl yapılması gerektiği sır değil; ‘muasır dünya’da nasılsa bizde de üç aşağı-beş yukarı öyle olması gerekir.

Türk ordusunun aslî görevi, yurdun ve milletin korunmasına hizmettir; onu aslî görevinden uzaklaştıran her faaliyet zaafa uğramasına yol açar.