Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Sanat, spor, siyaset veya basın dünyasında bir yeri geçtikten sonra, bu dünyanın yerleşik ve egemen değer yargılarının hükümranlığına temas edilir. Bu alanda hükümfermâ olan değerler, sessiz çoğunluğun itibar ettiği değerlerden farklıdır ve çoğunluğu itibariyle çatışma halindedir.

Bu dünyanın değerlerini vaktiyle inşâ edenler, ille de toplumun yerleşik değer yargılarına muhalif olmak gibi bir tavrın gerekliliğini savunurlar ve kendilerini, toplumu, "doğru gördükleri" istikamette değiştirmek ve yönetmekle yetkili görürler. Fikir ve siyaset hayatımıza Meşrutiyetle birlikte giren "ilerici-gerici" zıtlığının varlık sebebi, işbu iktidar sahasının paylaşılmasından kaynaklanıyor. Egemenler, kendi değer yargılarının tartışma konusu olmaktan çıkarak baskın nitelik kazanması için kelimelerin anlam yükünü çarpıtmak pahasına kendi değerlerini "ilerici", buna muhalif gibi görünen diğerlerini "gerici" diye adlandırmışlardır; esasen bu sınıfın iktidarı, temelde kavramları tarif etmek ve isimlendirmekteki üstünlüklerinden gelir.

Bu otoriteye meydan okumanın en hafif bedeli, kabaca "gerici" kategorisinde görünmek, dışlanmak ve bunun muhtemel sonuçlarına katlanmaktır. Yüksek yerlerde uzun süre kalmayı düşünenler için bu hiç de az bir bedel değildir.

Siyasetin, diğer iktidar alanlarından farkı, seçmen ve toplum desteği ile en yüksek yerlere kadar yükselme imkânına müsaade etmesidir ve Türkiye'de muhafazakâr siyasetçilerin yükselişi, daima toplumun müşterek değerlerine saygılı bir seçmen kitlesinin desteğiyle mümkün olmuştu. Siyasette hızlı yükselişler ve inişler pek tabiidir ve bu yüzden siyasetin yüksek mevkilerinde tutunmak, kalıcı ve belirleyici olmak için seçmen desteği kifâyet etmeyebilir. Bu gibi hallerde siyasetçi, sadece seçmen desteğinin yetmediğini, sair iktidar sahiplerinin de tasvibini, en azından düşmanlığını kazanmamak için, anayasada yazılı olmayan iktidar odaklarına "açılmak" lüzumunu hisseder.

Ve dram burada başlar.

Süleyman Demirel'in Cumhurbaşkanlığı yaptığı yıllarda, iştirak ettiği bir batı müziği konserindeki açılış konuşması, bu zaviyeden bakıldığında bir dünyadan öteki dünyaya, yani muhafazakârların değerler âleminden muktedirlerin değerler âlemine katılma âyinine benzetilebilir. Süleyman Demirel bu konuşmasında, arkasında duran senfoni orkestrasını ve yaptıkları müziği işaret ederek, "işte çağdaşlık bu" demişti. Bu cümledeki anahtar kavram çağdaşlıktır; konuşmanın, konser salonunu dolduran "klasik batı müziğini seven" kitleye hitaben yapılmış olması, itirafın veya dramatik dönüş hamlesinin hakiki muhatabını gösteriyordu. O dönemde Süleyman Demirel, 28 Şubat dönüşümünü destekleyen kararları ile de dikkat çekmişti.

Bu dramatik gösterinin ikinci kere cumhurbaşkanı seçilmek için Süleyman Demirel'e yetmediğini söyleyebiliriz; bu yaklaşımlarıyla toplum çoğunluğunun değerlerinden ayrıldığı hissini telkin eden Süleyman Demirel, o günden beri siyasete yeniden atılmak için can atan, ama buna fırsat bulamayan bir eski siyaset figürü olarak kaldı. Halbuki birbiri ardı sıra başbakanlık yaptığı dönemlerde Demirel, sonradan sıyrılmak lüzumunu hissettiği toplumsal değerlere bağlılığını hissettirmek için özellikle seçim dönemlerinde abartılı gösterileriyle hatırlanmaktadır.

Yeni bir cumhurbaşkanlığı seçiminin yaklaştığı şu günlerde, "muhafazakâr bunalım" adını verebileceğimiz "arınma" çabaları yeniden sahneye gelebilir. Hükümete mensup bir bakanın bazı ilginç davranış ve demeçleri, özellikle başkaca bir vesile yok iken sıkça özel hayatını vurgulayan magazin türü haberlerin temasını teşkil etmesi bende böyle bir intiba uyandırıyor. Meselâ, "şarabın tadını bilmem ama onun hakkında bilinmesi gerekenleri bilirim" mealindeki beyanatı, bu çerçevede yorumlanacak olursa her iki değer alanına mânidar göndermelerde bulunan ilginç mesajlar taşıyor. Bir televizyon programında beğendiği şairler arasında Nazım Hikmet'i de zikretmesi ve Ahmet Muhip Dranas'ın "Fahriye Abla" isimli şiirini ezberden okuması, sıkça sinemaya gitmekten zevk aldığını söylemesi ve aile hayatında sıradan muhafazakârlardan farklı, modern usullere riayet ettiğini açıklaması dikkat çekiciydi.

Basın dünyasından bir başka ismin "muhafazakâr bunalım"ı ise daha açık ve doğrudan verilen mesajlarla kamuoyunu hayli meşgul etti. Daha önce tanınan ve sevilen bir haber sunucusu iken, sadece gazetecilik çerçevesinde kalmayıp, dünya görüşü itibariyle de bir başka düzleme geçmeyi tercih eden bu gazeteci, dönüşüm sürecini günlük yazılarıyla adım adım hikâye ederek belgeledi. Yazılarındaki "dışavurumcu" ifâde ve üslûp, iki farklı karakter taşıyor: Bir taraftan aslında değişmediğini, şahsiyetinin temel nirengilerinde eski çizgileri takib ettiğini ısrarla vurgularken yeni okuyucularına ise içinden geldiği dünyanın temel kavramlarını ve kavrayış biçimlerini "tercüme" etmek suretiyle "muhafazakâr bunalım"ını aşmaya çalışmakta.

İş dünyasında muhafazakâr bunalım örnekleri şüphesiz sayıca daha fazla; iş hayatında başarı kazanan bazı muhafazakâr kökenli iş adamları, yükselen hayat ve tüketim standartları ile günlük hayatlarını ve alışkanlıklarını âhenk içinde yürütmekte zorlanıyorlar ve bu kesim içinde bunalım daha ziyade ikinci evlilik ve boşanma şeklinde su yüzüne çıkıyor.

İnsanların değişimi elbette tabii bir durumdur ve tabiatın üzerine çıkılamaz. Muhafazakârların bunaldıkları nokta, esas itibariyle kendi çizgilerini koruyarak yeni hayat, gelir ve tüketim tarzını sürdürmek konusunda yol gösterici örneklerden mahrum oluşlarıdır; bu yüzden onlar çığır açıcıların yanılgıları ve avantajları ile yüz yüze yaşıyor, deneyerek öğreniyor ve yeni hayat tarzlarındaki her tökezlemeyi daha derin boyutlarda yaşıyorlar. Yeni muhafazakâr burjuvaların bir "sınıf göreneği" oluşturabilmeleri için hayli zaman, en azından birkaç insan ömrünü kaplayacak kadar geçmesi gerekiyor; hâlbuki her insanın bir hayatı var. Bunalım da bu yüzden yaşanıyor zaten.