Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Bugünlerde muhafazakâr kitle, kendine mahsus kısacık tarih içinde yeni bir döneme giriyor ki bu muhafazakârların servetle imtihanıdır.<br />

<br />

Muhafazakâr kitle içinde siyasi pratiğin, neredeyse gelenek oluşturacak derecede kuvvetli bir çizgi takib etmesi, yakın zamanlarda bu zümre içinde "devletle iş görerek zenginleşen" bir azınlığın zuhuruna yol açmış görünüyor. <br />

<br />

İnsanların siyasi ıskaladaki yerini belirleme mânâsında kullanageldiğimiz kavramlar hiç de kullanışlı değiller; her adımda yolumuzu kesip, kendilerine mahsus özel bir parantez içinde adrese teslim şeklinde tarif edilmeye ihtiyaç gösteriyorlar. Muhafazakâr kelimesi de bu kavramlardan biri; çelişkiyi sınamak için aynı kavramı batı dillerine taşımak ve batıdaki örnekleriyle kıyaslamak kafi. Bizde "muhafazakâr" denilince zihinde oluşan tablonun batı ülkelerinde karşılığı yoktur. Batılı muhafazakârlar ise bizde kendini muhafazakârlar diye tarif edenlere örneklik teşkil edebilecek durumda değildir.

Bizim muhafazakârlar fikrî doğrultularını tarif eden en kuvvetli unsuru İslâm'da bulurlar. Batılıların anlayabileceği kavramlandırma ile "dinî pratikleri" güçlüdür, kendilerini dindar sayarlar. Politik eğilimlerine gelince işin rengi değişiverir; siyasette statükocu olmayan, değişim ve kalkınma programlarını savunan bir çizgi izlerler. Bu eğilimleri çoğu zaman adı konulmamış bile olsa solcu, toplumcu, sosyal adaletçi politikalarla örtüşür. Son zamanlarda muhafazakârlar, bir batılının anlamakta son derece güçlük çekeceği biçimde Avrupa Birliği'ne tam üyelik yolundaki politikaları destekleyen ve İnsan Hakları edebiyatını savunan bir retorik takib etmektedirler. Kendilerine, "sizin muhafazakârlığınız neyi, hangi kavramı, ne uğruna muhafaza etmeyi öngörüyor" diye sorulduğunda "dinî ve millî değerler" gibi muğlak ve iyi tarif edilmemiş şeyler söyleyeceklerdir.

Bizim muhafazakârlarımız, dini pratik dışında muhafaza etmek ve bu uğurda mücadele etmeye hazır bulundukları değerleri yeniden üretmek konusunda kifâyetsizdirler. Bu halleriyle zaman zaman bir türbedârı veya mezarlık bekçisini hatırlatırlar; bu durumda varlık sebepleri, mahiyetini ve mekanizmasını iyi bilmedikleri şeyleri savunmak refleksine bağlanmıştır.

Ticari hayatta muhafazakâr faizin haram olduğunu her düzlemde açıkça ve imanla kabullenmesine rağmen faizle iş görmenin kaçınılmazlığına teslim olmuştur. Bu yüzden on-onbeş sene kadar önce bu kesime hitab eden ve kendilerine "İslâmî" bir kisve biçen kapkaççı yatırım ortaklıklarının "faiz değil kâr payı dağıtıyoruz" teklifini fazlaca irdelememiş ve bu sektöre para koyarken, bir sene sonunda alacağı kâr payının nasıl olup da cari faizlerin üzerinde bir rakam olabildiğine fazlaca kafa yormamıştır. Haram-helâl ayrımına karşı hassas ve samimidir ancak ekonomik sistemin, bu konuda şahsen derinlemesine müdahil olabilmesine imkân bırakmadığının da farkındadır.

Kâğıt üstünde modernizme, batılılaşmaya ve modern alâmetlere muhaliftir. Tartışma esnasında muhalefetinin sebeplerini mantıklı ve inandırıcı bir akıl yürütme ile savunabilir ama pratikte muhalefetini hayata geçirmek donanımından mahrumdur. Sanayileşmenin, bilişim teknolojisinin, uzmanlaşmanın netice itibariyle toplumun modernleşmesine hizmet edeceğini pekala bildiği halde bu gibi konuları "kalkınma ve istihdam" kavramlarının kutsallaştırıcı kapsamına sokarak çelişkiyi görünmez hale getirmeyi tercih etmiş ve bir süre sonra da modernliği eleştirmeyi terketmiştir. Öyleyse Modernlik reddedilmesi değil, öncelenmesi ve biçimlendirilmesi gereken bir olgudur. O da batılı alâmetleri ehlîleştirerek, becerebildiği ölçüde ona İslâmî bir yorum kazandırarak zihnî engellerini bertaraf etmeye çabalar.

Tutunabildiği en müstahkem mevkii aile hayatıdır. 'İslâmî hayat tarzı'nda taviz kabul edemeyeceği son kale ona göre eşinin ve ailenin sair hanım üyelerinin giyim kuşam tarzıdır. Orada durur ve direnir çünkü o direniş noktasından taviz verdiğinde, geride "muhafazakâr" ve "Müslüman" kimliğini hatırlayabileceği başkaca bir şey kalmayacağından endişelidir.

İmkanları ölçüsünde evinde modernizmin bütün alâmetlerini barındırır, kitle iletişiminin bütün araçlarını avantgarde bir heyecanla sahiplenir. Kendisini esasen eğitim itibariyle yetersiz bulduğu için çocuklarının eğitimi konusunda imkânları ölçüsünde bütün sınırları (batı ülkelerinde eğitim dahil; Mısır, Pakistan gibi İslâmî üniversiteler artık Türk muhafazakârları arasında itibar bulmamaktadır) zorlar.

Aslında bir hayat tarzı yoktur; hayat tarzı adına sarıldığı her çare, modernizmin bazen kurnazca bazen çaresizce tercüme ve tornistan edilmiş hallerinden ibarettir. Yaz tatilinde hanımlar için özel plaj veya havuz tahsis etmiş otelleri tercih etmek, düğün tertib ederken pahalı salonlarda cazbant yerine ilahi grubu davet edip dinî şiirler okutmak, namahrem hanımlarla tokalaşmamak gibi çelişkili davranışlar bile artık giderek azalmakta ve modernizm, muhafazakârlığı neredeyse ışık hızıyla eritip içini boşaltmaktadır.

Muhafazakârların siyasi kariyerleri, hayat tarzlarındaki tutarsız ve çaresiz dönüşümleri hatırlatan yanılgılar, sert kavisler ve kimi zaman işi pişkinliğe kadar vardıran şarkkârî amelî kurnazlıklarla doludur. Bu konularda onu, tutarlı davranmaya ve tutarlı tepkiler üretmeye elverecek donanımdan mahrum olduğu için suçlamak insafa sığmaz; Türkiye'de muhafazakârlık, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde maruz kalınan kültür şokundan en ziyade hasar görmüş kesimdir; rejim tarafından himâye görmek şöyle dursun, neredeyse sistematik aralıklarla itilip kakılmış, azarlanmış ve dışlanmış, Muhafazakârlar ise buna karşı kendilerini siyaset yoluyla isbata mecbur kalmışlardır. Bu yüzden siyasi pratikleri iyi, kültürel pratikleri yetersizdir.

Bugünlerde muhafazakâr kitle, kendine mahsus kısacık tarih içinde yeni bir döneme giriyor ki bu muhafazakârların servetle imtihanıdır. Muhafazakâr kitle içinde siyasi pratiğin, neredeyse gelenek oluşturacak derecede kuvvetli bir çizgi takib etmesi, yakın zamanlarda bu zümre içinde "devletle iş görerek zenginleşen" bir azınlığın zuhuruna yol açmış görünüyor. Esasen Türkiye gibi ülkelerde yakın zamanlara kadar zenginliğin yegane kaynağının "devletle iş yapmak" olduğu bilenen bir husustur ve günün birinde 'nevbet'in, muhafazakâr zümrenin imtiyazlılarına gelmesi beklenen bir neticedir. Bu gelişmenin meraka şayan tarafı, büyük mâli güç ile muhafazakâr değerlerin tabiat itibariyle doku uyuşmazlığı gösterip göstermeyeceği değil, bir arada nasıl âhenkle dalgalanacağıdır olsa olsa.