Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Bir dakika, bir dakika...Osmanlı tahtına cülûs edecek padişah namzedi seçmiyoruz; mâlum, Osmanlı siyasi hukukunda tahta geçecek kişinin evvelemirde Osmanoğulları sülalesine mensup olmak şartı aranırdı.

Saltanat tarihe karıştı; bitti. Cumhuriyet'in bir mânâsı da budur: Hiçbir makam kişilerin yakasına iğneli değildir; şahsileştirilemez; liyâkat esas olmak kaydıyla gerekli şartı haiz her "cumhur"un, her makama erişme şansı ve hakkı vardır.

Cumhurbaşkanlığı seçimi, ilkinden daha beter bir gerginliğe dönüştürülmekte. "Gül olmasın" diye diretenlerle, "ille de Gül olsun; çünkü seçim sonuçları bunu gerektiriyor, haketti" diyenler ortalığı toza dumana veriyorlar.

Eğri oturup doğru konuşalım; sakin olalım, mantıklı olalım.

Abdullah Gül her hali ile devlet başkanlığını hakkıyla deruhte edebilecek bir isimdir; gönlüm hâlâ onun Cumhurbaşkanı seçilmesinden yana fakat bir noktanın altını önemle çizelim; Cumhurbaşkanlığı makamı Abdullah Gül'ün müktesebi (kazanılmış hakkı) değil; kimsenin değil. Seçim sonuçlarını böyle yorumlayanlar, işte tam bu noktada Cumhuriyet'in rûhunu (Cumhuriyet kelimesi o kadar iğfale uğradı ki neticede anlamını ve saffetini kaybetti) anlamazlıktan geliyorlar. "Müktesebidir, ille de Gül olmalıdır" fikri Sayın Gül'ü ilerde (seçilse de, seçilmese de) zor duruma sokmaktan başka bir maksada hizmet etmeyecektir. 22 Temmuz seçimleri başkanlık referandumu değildi. Seçim sonuçlarını nihai zafer zannederek hükümeti, derin bürokratik dengeleri değiştirmeye sevkettiğini zannedenler, ne AK Parti'ye ne de Türkiye'nin dirliğine hizmet etmiş olmuyorlar. Değil % 46, yüzde 66'lık bir ekseriyet bile ölçüsüz olmayı değil, aksine daha fazla temkin ve itidali gerektirecektir. Vaktiyle Milli Görüş çizgisi üzerinde siyaset yapanlar, buna benzer bir zafer sarhoşluğuna kapılmışlardı: Eğer, "tamam artık, rektörleri bile hizaya getirip selâma durduracağız, dengeler değişecek" şeklindeki o çocuksu dayılanma gösterileri olmasaydı, 28 Şubat darbesini yapanlar gerekçe bulmakta çok zorlanacaklardı.

Bugünlerde yine böyle bir rövanşist hava estiriliyor ki yersiz ve mânâsızdır; eğer seçim kazanmakla demokratik standartlara "şıp" diye geçilebilseydi bunu vaktiyle görürdük. Milletin tasvibini almak çok önemli ve anlamlı fakat Türkiye'yi tek başına demokratikleştirmeye yetmez; o mazhariyetin üstüne -kelimenin en fâzıl ve kâmil mânâsıyla- "siyâset"i de koymak lâzım; siyasette yanlış yapmayacaksınız ama sair şartların mâkulleşmesi için tedrîc, yani zaman faktörünü zorlamamak gerekir.

Bazı okuyucular, Sayın Gül'ün şu nazik dönemeçte adaylıktan feragat etmesi yolundaki fikrimi hoş bulmayıp bürokratik iktidara verilmiş bir tâviz gibi yorumladılar. Oysaki Abdullah Gül, seçimin hemen ertesinde partisinin ve Başbakan'ının elini güçlendirmek için bu feragat tavrını göstermiş olsaydı, belki cumhurbaşkanlığına bugünden daha yakın bir yerde duruyor olacaktı. Meselenin şahsileşmesinde Sayın Gül'ün dahli vardır; Başbakan ise seçimlerden önce "uzlaşma ararım" beyanını verdiğinde, siyaset yapma sahasını kendi eliyle daraltmış oldu. Bu raddeden sonra cumhurbaşkanlığı seçimi, yavaş yavaş 27 Nisan'daki kriz ortamına benzeme eğilimi gösteriyor ve işin bu noktaya gelmesinden kaçınmak gerekiyordu.

Karar verecek durumda olanların yazılıp çizilen şeylerden etkilendiğini zannetmiyorum fakat takım tutarcasına bir isim üzerinde ısrar edilerek yazılıp çizilen şeyler, siyasi ortamı gerginleştirmesi bakımından menfi bir tesir yapıyor; futbol dilinde buna "kendi kalesine gol atmak" diyorlar.

Haydi hayırlısı bakalım.