Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Bundan onbeş gün kadar önce Hürriyet'teki köşesinde Ertuğrul Özkök, Türk Basın Tarihi'nde en azından "çerçeve yazı" şeklinde yer alması gereken çok önemli bir yazı neşretti.

Bu yazıda artık iyiden iyiye aşağılayıcı bir muhtevâ kazanan "bir kısım medya" kapsamına giren yayın organlarının müdafaası yapılıyor ve meâlen, "en çok biz satıyoruz, en çok bizim kanallarımız seyrediliyor; buna mukabil bizi eleştirenler aynı yayın imkânlarına sahip olmasına rağmen bizim başarımıza erişemiyorlar, öyleyse niçin sızlanıyorlar?" tarzında bir müdafaa stratejisi geliştiriliyordu. Sayın Özkök'e kendi nokta—i nazarından hakkı teslim etmek gerekir ve kendi mantığı içinde bu savunma anlamlıdır. Vâkıa bu yazıdan takriben bir hafta sonra Devlet Bakanı Güneş Taner'in Meclis kürsüsünden bir suale cevap verirken "sehven" açıkladığı bilgilere göre "bir kısım medya" içinde mütalaa edilen iki büyük basın kuruluşu, bugüne kadar basına verilen teşviklerin yüzde doksanını almış bulunmaktaydılar; bu noktada tavuğa mı, yumurtaya mı evveliyat verilmesi hususu tartışılabilir: Çok teşvik almakla çok tiraj yapmak arasında mânidar bir bağıntı olup olmadığı hayli su götürür bir meseledir. Benim Ertuğrul Özkök'ün çok târif edici ve anlamlı bulduğum yazısından çıkardığım netice, "halkın taleplerini en iyi biz okuyor ve bu talepleri en iyi biz karşılıyoruz" mânâsıdır.

Esasen neredeyse elli kişiye bir gazetenin düştüğü bir haberleşme ikliminde halkın neyi, ne kadar talep ettiği de meşkûktür ama yine de mevcut tiraj ve rating rakamlarının temsil kabiliyeti üzerinde müttefikiz. Toplam gazete tirajları tehlike sınırının altına düşmüş olsa bile televizyon iletişiminin çok yaygın bir seyirci kitlesi var ve bu kitle, mevcut rakamlara göre daha ziyade "bir kısım medya"yı tercih ediyor.

Bu tesbitten hareketle "bu millet adam olmaz azizim" faslından ucuz felsefe döktürmenin âlemi yoktur; seviyesizliğin her yerde mühim miktara baliğ olan "asgari" seviyede bir müşteri kitlesi vardır ve bir kısım medya, yayın siyâsetini neredeyse "kitch" değerler sınırına yaslayarak günü kurtarmayı kâr saymaktadır; Ertuğrul Özkök'ün mantığınca "başarı" çizgisinin ardında işte bu hakikat yatıyor. Onlar da verebileceklerinin en zahmetsiz olanını, tercih ettiklerinin farkındalar ve şüphesiz "bir kısım medya" içinde bu durumdan alenî derecede rahatsız olan insaf sahipleri mevcuttur. En iyi filmleri gecenin köründen sonra yayına koymak, incir çekirdeğini doldurmayacak, bir kaynak esere müracaat edilmekle en hurde teferruatına kadar aydınlatılabilecek konulardan en az üç saatlik "saçsaça—başbaşa" tartışmaları körüklemek, haber kuşağında haberleşme hukuk ve etiğine yaraşmayacak kepazelikleri tekrar be tekrar yayınlamak, haberden ziyade dedikodu ve skandal ayrıntılarına spot düşürmek en azından o camiada da mesleğine saygı duyan bazı insanları vicdânen tahriş ediyor olsa gerektir. Buna rağmen skandalın, dedikodunun, kalitesizliğin, harcıâlemliğin ve son tahlilde millete rağmen millete cephe almanın nasıl revaç bulduğunu sual etmek gerekir; cevabı muhtemelen vicdânî iç kanamalara sebep olacak en vahim sual işte bu.

"Bir kısım medya"nın müşterisi uzaydan ithal edilmedi; onlar da bu ülkenin vatandaşı. Sadece daha iyi örneklerle tanışma fırsatı bulamadan kendilerine seviyesizliğin alt sınırlarından yayın yapmayı tercih eden medya vâsıtalarının bombardımanından henüz kurtulamamış bir kitle bu. Dünya tarihinde en hızlı sosyal değişmeye mâruz bırakılmış bir kitleden bahsediyoruz; çöp bacaklı altyapılar üzerinde güçbelâ durabilen iri göbekli ve hantal yapılar karşısında bu kitlenin evvelâ ilk tepki cümlesinden olmak üzere âlelâdeliğe tevessül etmesinde şaşılacak bir hâl yok. Tabii gönül isterdi ki, medya kuruluşları kâr ve tiraj hırsıyla günü kurtarmak yerine daha temkinli ve vakur, daha eğitici ve dengeli bir yayın siyâseti takib edebilsinler; henüz bu noktadan uzaktayız ama günün birinde hiç şüphe etmiyorum ki "kitle haberleşmesinin çocukluk devri" sayılabilecek bu "mum bacaklı şiş göbekli" medya yapılanması tabii dengelere rücû edecektir. "Nereden bildin" diye sual ederseniz cevabı hâzır: Batı tarihi, bizim gibi periferide tutunan ülkeler için istikbâlden haberler veren sahih bir bilgi kaynağı durumundadır; bu kaynaktan güvenilir kehânetler çıkarmak için sadece şu anda "sosyal zaman" cinsinden batı tarihinin hangi devrinde çile doldurduğumuzu kestirmek kâfi.

Ne de olsa aynı trenin yolcuları, zaman farkıyla da olsa kompartıman penceresinden aynı manzaraları seyrederler.

"KÜÇÜK"LERİ RAHAT BIRAKIN; AYIPTIR YAHU!

Aslında adının başına "küçük" sıfatı yerleştirilerek bayıra salınan bızdık sanatçı makûlesinin bizden başka hangi iklimde neşv ü nemâ bulabildiğinden sual edecektim ama izah edici bir giriş yapayım derken sözü uzattık gitti.

"Sübyân" kelimesinin lugâtteki imlâsı "sıbyan" diye yazılıyor ve bu çoğul kelime "çocuklar" mânâsına geliyor; tekili ise şimdilerde gündelik lugâtimizden çekilmiş bulunan "sâbi" sözüdür. Vâkıa lugâte göre sâbi'nin mânâsı henüz memeden kesilme çağına gelmiş üç yaşından küçük bebeler demek ise de biz "sâbi—sıbyân" tâbirini, frenklerin "teenage" (tin'eyc) dedikleri 13 ilâ 19 yaş arası gençler için istimâl ederiz. Bu çağ çocukları için eğitim, öğretim ve şahsiyeti inşâ mevsimidir. Tarihin kaydettiği nâdir istisnâlar dışında hiçbir cemiyette bu çağdaki çocukların san'at vâdisinde muvaffak olabildiği görülmemiştir; istidatlı çocuk, sanata mütemayil çocuk vardır da "sanatçı çocuk" olsa olsa tabiat ârızası cinsinden bir hârikulâdeliktir. Batı musikisi tarihinde Beethoven ve Mozart gibi çok erken çağda icrâ ve kompozisyonda şaşırtıcı kabiliyetlerin zuhuru, herhalde bizim "küçük" Onurlara, İbolara, Ceylanların iç paralayıcı çığlıklarla yanık arabesk havaları çığırmalarına emsâl teşkil etmez.

Musikişinaslar daha iyi bilir ki insan sesinin sanat icrâsında ekmel bir safhaya erişmesi bünyenin gelişmesi ile bağlantılıdır. Çocuk sesinden musiki dinlemek, ancak yakın aile çevresinde katlanılır bir mecburiyettir ve aslında bir çocuk, ne kadar güzel sesli olursa olsun bir musiki eserini ehliyetle icrâ etmeye fıtraten müsait değildir. Böyle bir sesten zevk almak alenen "patoloji"dir; meyvenin koruğa, evin inşaata, güzelliğin iskelete icrâ edilmesine benzer; tabii değildir. El kadar "sâbi—sıbyân"a büyük sanatkâr muamelesi yapıp konserlerden dizi filmlere, açık oturumlardan röportajlara varana kadar her platformda onların henüz olgunlaşmamış kabiliyetlerini sömürmek, kanunda yeri olsun olmasın yanlıştır, tuhaflıktır, garâbettir ve ne var ki bu tuhaflığın ve garâbetin bütün prodüksiyon şerefi maalesef bizim meşhur "bir kısım medya"mıza ait bulunuyor.

Tez elden herkes kendini bu vâkıa karşısında elden geçirsin; çocuk sesinden hazetmek, sanatla alâkalı olmadığı gibi sağlık alâmeti de değildir ve "bir kısım medya"cılığın lüzumu yoktur.

Bu zevk patolojisinin tam adı rahmetli Ferit Devellioğlu'nun "Türk Argo Sözlüğü"nde yazıyor ama şuracıkta tekrar etmeye çekiniyorum; âgâh olunuz, ayıptır!