Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Okuyucular içinde 35-40 yaşlarından daha küçük olanlar, tahta kaşıkla yemek yenilen bir sofraya oturmamışlardır; tahta kaşık, artık tamamen bir folklorik nesne hâline geldi. Aynı okuyucular "yer sofrası"nı, "sini"yi, sofra altlığını, sofra örtüsünü de hatırlamayabilirler.

Herkesin aynı kaptan yemek yediği bir sofra düzeni, bugünün gençlerini dehşete düşürebilir; aynı kaptan hoşaf, aynı kaptan pilav, aynı kaptan sulu yemek ve tahta kaşıkla... Üstelik tahta kaşık sayısının, bazen sofradakilerin sayısından daha az geldiği de olur; eğer varsa komşudan kaşık istenir.

Komşudan tuz, bir fincan kahve, bir tutam çay istendiği de olur.

Bakkallarda salça, sirke, yoğurt, zeytinyağı, gaz gibi şeyler açık, yani paketsiz ve gramla tartılarak satılmaktadır. 200 gram yoğurt alacaksanız, kabınızı da bakkala götürmeniz gerekecektir. Bakkal önce kabın darasını alır, sonra içine kaşıkla 200 gram yoğurt veya zeytinyağı koyar, fiyatını beşe böler, parasını alır ve siz içindekini dökmemeye çalışarak evinize dikkatli adımlarla yürürsünüz.

Ve daha onlarca misâl gösterebilirim. Şunu anlatmaya çalışıyorum; bu örneklerden hiçbiri "yoksulluk" belirtisi değildi dünün Türkiye'sinde, sıradan ayrıntılardı. Orta hâlli bir ailenin 6 tane metal kaşık-çatala, gazocağına, alüminyum düdüklü tencere veya elle çevrilen dikiş makinesine sahip olması, sıra dışıydı. Yamalı elbise, gömlek veya çorap ayıp sayılmazdı, yırtık ve ütüsüz giymek ayıptı.

Yoksulluk daha aşağılarda başlardı.

12 EYLÜL TÜRKLERİN AHLÂKINI BOZDU MU?

Her 12 Eylül mevsiminde tekrarlanan aynı mânâsız ve boş lâfları yine işittik; mâlumdur, bizim solcularımız 27 Mayıs'ı alkışlar, 12 Eylül'e söverler. 12 Eylül kötü, 27 Mayıs cici darbedir. O yüzden olsa gerek, 12 Eylül'de askerî cuntanın ABD'nin verdiği ilhamla Türk-İslâm sentezini icat ederek vurgunculuğun, talanın, devlet malını çalmanın teşvik edildiğini ileri sürmeye bayılırlar. Aklı başında gibi görünen üç beş kişiden aynı minvalde şeyler duyunca gerçek zannedersiniz; ilgisi yoktur!

Hakikat basittir; Türkiye 1980 yılı 24 Ocağında önemli iktisadi operasyonlar yapmak zorunda kaldı; 12 Eylül darbesi ise bu operasyonların uygulanmasını hızlandırdı. Türkiye otarşi (kendine yeterlik) politikalarını terk ederek dünyaya açıldı; ekonomimizin seyrettiği iç sulardan açık denizlere çıkıldı ve bu siyaset 80'li yıllar boyunca başarılı olduğu için iktisadi refah yükseldi, para arttı, tüketim tabloları ve alışkanlıkları değişti.

Solcularımız bu manzarayı, "12 Eylül rejimi, halkın ahlâkını bozdu, onları paragöz yaptı, oysaki biz önceden daha idealist, daha ahlâklı, daha prensipli bir toplumduk" şeklinde yorumlamaya kalkışırken gülünç oluyorlar. Her şeyden önce solcuların bilmesi gerekirdi ki, bir toplumun karakterini, psikolojisini cuntacı kurgusuyla ve çok kısa zaman içinde değiştirmek mümkün değildir; böyle bir şey uzun vadede bile mümkün değildir. Sosyoloji, iktisat, tarih, sosyal psikoloji, siyaset gibi ilimlerin sunduğu araçları kullanmak dururken yerli filmlerde pek rağbet edilen o çocukça mantığa değer vermek doğrusu çok gülünç kaçıyor.

Türk toplumunun ahlâkı filan bozulmuş değildir; sadece çevresindeki iktisadi şartlar ve çerçeve kısmen değiştiği için, birtakım zaaf veya meziyetler daha çarpıcı bir kontrastla görünür hâle gelmiştir. Esasen bu kadarına solcuların aklı ermez değildir; biliyorlar fakat 12 Eylül'le birlikte tepeden inmeci bir sosyalist darbe ihtimali "sıfır" derecesinde imkânsız hâle geldiği için 12 Eylül'ü affedemiyorlar. Dönem sonrasına Türk toplumunun ilerlemeci sağ siyaset çizgisindeki Anavatan Partisi'ni desteklediği için kızıyor, "halkımız cahil, nankör" veya düpedüz "ahlâksız" diyemedikleri için, 12 Eylül'ün toplumu bozduğunu ileri sürüyorlar.

Bugünlerde aynı ana fikri farklı bir ifade ile seslendiriyorlar; buna göre Türk halkı bidon kafalı cahillerden mürekkeptir ve odun-kömür veya makarna-bulgur mukabilinde oyunu sattığı üçkâğıtçı sağ iktidarları destekleyip durmaktadır…

EYVAH; ZENGİNLEŞTİK!

Bu yanlış kurgulu hüküm içinde bir doğru var.

O doğru, toplumun yavaş yavaş keçeyi sudan çıkarmaya başladığıdır. Yazının başlangıcında anlattığım dar tüketim kalıplarını artık aştık. Ortalama refah yükseldi; son kırk-elli yıl içindeki rakamlar nettir, eskiye göre daha iyi daha sağlıklı besleniyor, daha iyi eğitim alıyor, daha iyi sağlık hizmeti görüyor ve daha fazla kalemden oluşan bir tüketim tablosu içinde imkânlarımızla ihtiyaçlarımızı dengelemeye çalışıyoruz. Bugünün Türkleri kendini Suriye ile İran, Ermenistan, hatta Rusya, Romanya, Litvanya ile mukayese etmiyor; mukayese unsuru dünyanın en iyi ekonomileri, en yüksek refah toplumlarıdır. İşsizlik derdinden, düşük ücret ve maaşlardan elbette şikâyet edeceğiz fakat inkâra imkân yok: Hepimiz düne göre zenginleştik, vâriyetimiz arttı ve artık içimizde hiç kimse, bırakınız 40'lı yılları, 50'li yılların tüketim tablosuna rıza göstermez, isyân eder.

EBU ZER SAĞ OLSA...

Basın organlarına akseden ramazan görüntülerine bir de bu gözle bakınız: "Müslümanım" diyen insanlar da zenginleşmiş, para ve imkân sahibi olmuş ve şu demde onlar -kaçı farkındadır bilemeyiz-, solcularınkine hiç benzemeyen bir başka önemli mesele ile yüz yüze bulunuyorlar. Şudur: Tutumluluk ile cömertlik arasındaki, ihtiyaçla israf arasındaki, ihtiyatla mal hırsı arasındaki dengeyi kurmak. Yani zorların zoru bir denge problemi...

Kurduğumuz iftar sofralarına bakarak hâlimizi sınayabiliriz: Oruç bir kısıtlılık hâli, azla yetinme, yoksulun hâlini anlayarak onunla aynı empatik seviyeye gelme temrini iken biz sofralarımızı renk, gıda ve çeşni panayırına dönüştürüyoruz; ramazan sofralarında kanaatin eseri yok.

"Akşama kadar aç kalmanın ödülü, mükellef bir iftar sofrasıdır" diye düşünüyoruz galiba. Belki de o yüzden yardım faaliyetleri giderek ikincilleşen, kurumlaşan, vâriyetli ile yoksulu yüz yüze getirmemeye itina eden bir dolaylılığa bürünmekte. İnternette kurban kesiyor, kredi kartı işlemiyle zekât veriyor, e-mail ve SMS'lerle birbirimizi kutlayıp hayra teşvik etmekle yetiniyoruz. Zenginleşmenin, düne göre daha vâriyetli olmanın üzerimizde hâsıl ettiği ilk te'sir, "fakr'dan uzaklaşma"; hâlbuki galiba tersi doğru olacaktı. Uzaklaşmayacak, aksine yakınlaşacaktık, büyüdükçe küçülecek, azamet geldikçe yüzümüzü toprağa sürecektik...

Ebu Zer Gıfari'nin, zenginleşen Müslümanların kapılarına gidip "Bu kadar para ile nasıl uyuyorsunuz? Kalkın tasadduk edin." diye kapılarını değnekle döverek çıngar çıkardığı ve o sebepten herkesin huzurunu kaçırdığı rivayet edilir.

Hazreti Ebu Zer bugünleri görseydi nasıl tepki verirdi dersiniz?