Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Tanıyanlar çoktur elbette; maksadım bu isimle daha önce karşılaşmamış olanların zihnine bir dikkat çentiği açmak.

Ben tanırım; lâkin bir mekânda beraber, yüz yüze oturmuşluğumuzun süresi, toplasanız beş-altı saati geçmez; "Bu nasıl tanışıklık öyle!" diye itiraz şerhi döşenmeye kalkışmayınız; rû be rû tanışıklığımız kısa fakat tanışıklık için ille de yüz yüze gelmek, uzun uzun dereden tepeden konuşmak, "Ahbab alışverişte belli olur." meseline muvafakaten birlikte aksâtâya çıkmak gerekmiyor.

Otuz seneden beri Mustafa Kutlu'nun yazdıklarını okuyorum; bu bir!

İkincisi Kutlu'yla pek çok müşterek dostumuz var; dedem, "Yahşi yiğit yâreninden belli olur." derdi; ortak ahbablarımız içinde çürük elma yok. Bu da çok önemli, bir kenara yazalım.

Üç: Adam Erzincanlı. Erzincan dediğiniz bağırsanız duyulacak derecede şuracıkta bir komşu vilayet; üstelik rahmetli babam, Erzincan Zelzelesi'nde DDY ekibi içinde komşularımızın yardımına koşan ekipte yer almış.

Davut Sulari de Erzincanlı; pek severim. Rahmetli Ali Ekber Çiçek de öyleydi meselâ. Bizim Lütfi Şehsuvaroğlu ise nereli olduğuna henüz karar getirememekle birlikte yarımkan Erzincanlı, yarımkan Sivaslı sayılır.

Aynı toprağın, aynı derelerin, aynı erik ağaçlarının, aynı bahçelerin, aynı havaların çocuğuyuz.

O da demiryolcu bir aileden geliyor; trenlere, istasyon binalarına âşık.

Benden biraz büyük ama, olsun, o kadarcık kusur kadı kızında da olur.

Kutlu'yu daha evvel bilmeyenler diyor ki içinden şimdi: Ee, anladık, neci bu adam?

Hikâyeci!

Hikâyeci dediysem, öykücü filan anlaşılmasın: Hikâyeci. Hi-kâ-ye-ci!

Soyunda mutlaka çok eskilerde kahvelerde bağlama çalıp destan söyleyen, hikâye anlatan birileri var.

Rahat, tekellüfsüz... Kafasında hangi hadiseyi nereye rabtedeceğim diye kırk türlü roman tekniği dolandırmadan söyleyeceğini söyleyen ama bu esnada bizi, "Acaba ardı nasıl gelecek?" merakıyla ağzının içine baktıran bir adam bu Mustafa Kutlu.

Bizden!

Bizden, yani hangi cami ahalisinin arasına karışıp namazdan sonra son cemaat mahallinde mahalle dedikodusuna karışsa, farzımuhal hocaefendiyi, işine vaktinde gelmeyip ara sıra yan çizen müezzini çekiştirse fark edemezsiniz. Çayını getiren çaycıyla, vakitsiz dökülmüş saçlarına tarak beğenmek için lâfa tuttuğu işportacıyla, ıspanak bağının içine çürük çarık sokuşturan manava homurdanan hanımteyze ile aynı dilden konuşur.

Şimdi böyle dedik diye dostumu, kıraathane meddahı filan zannetmemenizi rica ederim. Geçenlerde İstanbul'daki çalışma yerine uğradım. Aynı odada sarf-ı mesai eylediği arkadaşlarının, ziyaretine gelip sohbet mevzuu açan üniversite hocalarının isimlerini yazsam o'saat hörmet ve muhabbetiniz kat be kat ziyadeleşir; lâkin bilirim, hazetmez böyle şeylerden.

Bir de sakal bırakmış; öyle tatlı, öyle sevimli bir hâlete bürünmüş ki, al ciğerinin köşesine sok.

Hikâyeci... Lâkin vaktiyle deneme yazıları kaleme almak gibi bir arayış devri de yok değil. Hazretin dört deneme kitabı var, sırayla: Yoksulluk Kitabı, Akasya ve Mandolin, Şehir Mektupları ve Arka Kapak Yazıları.

Hikâyelerine gelince: Evvelâ "Sır"

Haydi size Sır'dan bir hikâyeyi özetleyivereyim de merakınız yatışsın biraz. Hikâyenin adı Mürid.

Anadolulu bir gariban var. Medhini duyduğu bir ulu zatı ziyaret etmek, hikmetli konuşmalarından feyiz almak, duasıyla bereketlenmek için minicik bir hediye ile İstanbul yollarına düşüyor. Varıyor o ulu zâtın dergâhına. Sohbet ediliyor, sağdan soldan lâf açılıyor vesaire...

Neticede bizim Anadolulu anlıyor ki, himmete muhtaç olan kendisi değil, ziyaretine gittiği şahıstır.

Dönüyor memleketine...

Devam ediyoruz: Sır'dan sonra Bu Böyledir geliyor; sonra Yoksulluk İçimizde, Yokuşa Akan Sular, Hüzün ve Tesadüf, Uzun Hikaye, Beyhude Ömrüm, Mavi Kuş, Tufandan Önce, Rüzgarlı Pazar ve Chef.

Ve geçen gün postadan çıkıp geliveren son kitabı Menekşeli Mektup.

İsme bak Müslüman, isme bak. Sadece şu iki kelime bile duyana kendiliğinden binbir hikâye yazdırıyor.

Kitapta üç hikâye var lâkin çıtlatırsak kitabın satışı düşmez de sizin tadınız kaçar diye tafsil etmiyorum.

Haa, unuttum. Mustafa Kutlu eben-an-ced Dergâh Yayınları'ndan neşreder yazdıklarını. Galiba kurucu heyetten olsa gerektir veya öyle bir şey.

Son zamanlarda gazetede köşe yazmaya da başladı. Yeni Şafak'ta tadına doyulmaz şeyler yazılar; hele mevzuyu allem-kalem Fenerbahçe'ye getirip bağlamaz mı?

Hasta derecede Fenerbahçeli. Taraftar dediysek, "cello" takımından Fenerbahçeli değil; futboldan anlar, üstelik bütün marifeti futbol yazmak olan çoğu kişiden daha ehildir bu mevzuda.

Ee okuyucu, bu kadar takdimden sonra artık, "Mustafa Kutlu'yu tanımıyorum." diyecek haliniz yok herhalde; esasen çoğunuzun tanıdığından da eminim; kasden tecâhül-i ârifâne san'atına müracaat ettim. İçinizde Kutlu'nun hikâyelerinden birini hâlâ okumayan biri varsa, bilsin ki ziyandadır vesselâm.