Neden Film Seyrediyoruz?

Dört yaşlarında filan olmalıyım. Sivas’ta DDY müessesesine ait özel sinema salonundayız; yanımda ablalarım, annem, belki komşu hanımlar da var, kalabalığız yani. Işıklar karardı, ben korktum. Sonra perde tarafından yüksek sesler yükseldi yine korktum; ardından hareketlenme başladı bir daha korktum. Herhalde bir kovboy filmine gitmiş olmalıyız ki, atlar üzerime doğru gelmeye başladığında artık kontrolümü kaybedip oturduğum koltuğun altına saklandım. Ablalarım beni sâkinleştirmeye çalışsalar da gözlerimi açmamakta direndim. Belki o yüzdendir, korku, gerilim, cinayet filmlerini sevmem; seyircisinin ödünü yarmayı seven yönetmenlerden de hazetmem.

Hitchcock başka tabii.

O yaşlarımda bana “Horozdan korkan oğlan” diye takılırdı büyüklerim; haksız da sayılmazlardı hani.

Hâtıra dünyamdaki ikinci derin iz, yine bir kadınlar matinasına ait olmalıdır. Yer, artık yerinde olmayan Yalçın Sineması. Filmin adı Yedi Köyün Zeynebi. Yine komşu kadınlar, başında bürüğü ile annem ve ben. Kadınlar ağlıyor, ben de ağlıyorum. Dışarı çıktığımızda, “Ne güzel film, bol bol ağladık.” diyorlar. Çok sonraları, başrollerini Ediz Hun’la Hülya Koçyiğit’in oynadıkları Kerime Nadir klâsiği Hıçkırık sinemalara geldiğinde, sadece her an duygulanmaya ve başkalarının dramını bedavadan bölüşmeye hazır ev kadınları değil, asık suratlı amcaların, dayıların, babaların bile “Mendiller fora!” komutuna itaat ederek hüngür hüngür ağladıklarına şahit oldum.

Kadın tabiatındaki vahim ârızayı o gün fark etmiş miydim acaba?

...

Sonra nasıl olup da dev beyaz ekranda arabaların, atların, insanların sanki canlıymış gibi hareket ettikleri, konuşabildikleri meselesine takıldı kafam. Acaba aynı Karagöz’de olduğu gibi kağıttan kesilmiş suretleri perdenin alt tarafında oynatan birileri mi vardı? Sinema tekniği akla sığmaz bir şeydi. Büyü, fotoğraftan başlıyor aslında. Kameranın karşısındaki şeylerin bire bir sadakatle kağıdın üzerine çıkması dünyanın en büyük hokkabazlığı değilse nedir yani? Onda hayatın sırlarına dair küçük bir ifşâ, bir ipucu gizli olmalı ama hâlâ çözebilmiş değilim.

Sinema tekniğine dair araştırmalarım, günün birinde (onlu yaşlar içinde olmalı) yarım kiloluk kristal zeytinyağı tenekesine nerden elime geçtiğini bilmediğim çerçeveli bir mercek takınca âni bir sıçrayış gösterdi. Kutunun açık tarafına onbeş mumluk bir elektrik lambası koyuyor, sonra ampulle mercek arasına sinemaların çöp kutularından ele geçirilmiş pozitif dia yerleştiriyorduk. Dianın yerini ayar noktasına kadar hareket ettirince deneme-yanılma ile kar gibi beyaz kireç badana kaplı duvara -ters de olsa- o karenin görüntüsü düşüyordu. İnsanlık için önemsiz, benim için büyük bir keşifti. Ortaokulun fizik dersinde sinema makinesinin iç organlarını, özellikle “Malta haçı”nın büyük marifetlerini öğrenince teori iyice kafama yattı. Sinema büyü değil teknik işiydi. Öyle olmalıydı, çünkü bütün büyüler eninde sonunda bir tekniğe yaslanır.

...

Çocukluğum, Yeşilçam sinemasının altın yıllarına denk geldiği için kendimi talihli sayıyorum; sadece Yeşilçam’ın değil, sinemanın da altın zamanları. Dördü kapalı, dört beş tane açık hava sineması olan bir şehirde, aile sohbetlerinde, sokakta, arkadaş arasında sinema konuşulduğu olağanüstü bir dönem yaşadım. Hayal dünyâmı, halamın masalları tutuşturdu, radyo ve sinema besledi, kitaplar zenginleştirdi; sonra günün birinde kelimelerle hayâl kurulabileceğini öğrendim.

Sinema dünyamın bize ait bir merkez üssü elbette Yeşilçam sinemasıydı. Bize ait bir şeydi, dublajsız Türkçe konuşuyordu artistler ve etrafımızda gördüğümüz insanlardan fazlaca yakışıklılık ve güzellik dışında farkları yoktu. O yüzden benim sinema pergelimin bir ayağı hep burada sâbit kaldı.

...

Sinemanın yüzyılı; ben o yüzyılda doğdum, sinemayı sevdim.

Sinemayı sevmeyen kimse var mıydı acaba? Evet, mektepten kaçıp sinemaya giden, memleketten kaçıp artist olmak için İstanbul’a kapağı atan kötü çocukların teşkil ettiği sevimsiz örnekler bir sinema aleyhtarları kitlesi husûle getirmişti. Arsız, hayâsız boyutu yüzünden çoluğu çocuğu sinemadan uzak tutmaya çalışan insanlar da vardı ama galiba herkes seviyordu bu yeni sanatı. Her evde, her çeşit insanın ağzında sinema konuşuluyordu. Şehrin sinemalarına gelen ve vakitsiz giden filmler daima merak edilir, “iyi” filmlerin konusu akşam oturmalarında bazen âşikâre bazen fiskos sadedinde mevzubahs olunurdu.

Günün birinde bir sinemaya Hac ve Kâbe isimli, berbat, basit, itinasız çekilmiş bir belgesel film geldiğini duyduk. Bu film, en kavî sinema aleyhtarlarını evinden uğrattı, rahatı bozdu, önyargıları yıktı, son direniş mevzilerini yerle bir etti. Ömrü boyunca vesikalık çektirirken bile azaba uğrayacağı endişesi taşıyan dinibütün nineler, kucak dolusu aksakallı dedeler birbirilerine ve bastonlarına yaslana yaslana, haylaz mektup talebeleri gibi sinema gişeleri önünde kuyruk oldular. İçeri girip ağlaştılar, ağlaştılar, “N’olaydı şu mübârek yerlere biz de yüzümüzü sürseydik!” diye âh ü enîn ettiler.

Sinema o kadar da kötü bir şey değildi canım; iyisi de vardı, kötüsü de.

Pek çok sinema yazarı, bu uyduruk Kâbe belgeselinin taşra taassubuna kağıttan bir bıçağın bir kâse yoğurda saplandığı gibi kolayca nüfuz ettiğine dikkat etmemiştir ve cümledeki çarpıcı teşbih NFK üstadımıza aittir.

...

Sinemayı niçin sevdim?

Çocukluk yıllarımda sinemaseverlere biraz düşkün, biraz serseri muamelesi yapar, “Büyüyünce it kopuk olacak galiba.” nazarıyla bakarlardı; oysa ki bugünün çocuklarının televizyon karşısında geçirdiği saatler, bir sinema düşkününün sinemaya vakfettiği zamanla kıyaslanmayacak kadar çoktur. Hayalcilik, dalgacılık, havailik geçmiş zamanın affedilmez kusurlarındandı; bugünün meziyetidir.

Sinemayı sevdim, çünkü hayatı değiştirmenin en kolay, en ucuz, en acısız yoluydu; bir bilet fiyatına... Ve zaten içine düşmediğiniz film, iyi bir film değildir. Bir başka hayatı orada görür, o tecrübeye dokunur ve kısa süreliğine de olsa yaşar ve kendi dünyamıza döneriz; dönüşte bizde kalan hayatın zenginliğidir. Hayâlden ibaret de olsa. Hayatın yeknesaklığından iki saatliğine ve bir bilet parasına kaçıp kurtulduğumuz yerdir sinema; bir başka hayata misafir olmak, içimizdeki ezelî rontgencilik merakının doyurulması, gerçekten fantastik olana ilticâ...

Ve daha neler...


Kaynak (Arşiv)