Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Naçiz fikrime göre bir kişinin gerçek mânâda "meslek" sahibi olmasının ilk şartlarından biri, o kişinin yaptığı işin "ne idüğü" hakkında fikretmesi, emek sarf etmesi ve bir kanaate varmasıdır.

Buna kısaca "Meslekî ontoloji" diyebiliriz; yani, icrâ ettiğimiz meslekle bizim aramızdaki sahici anlam alışverişi; bir meslek adamı olarak yaptığımız işle, işin icapları arasında sadâkat kurmak.

Ne demek istediğimi biraz daha anlaşılır hale getirmek için size bir örnek vermem gerekiyor ve yine soru-cevap usulünü kullanacağım: Bir fakülte öğrencisi bilimle uğraşıyor sayılabilir mi? Cevap: "Hayır, henüz sayılamaz, çünkü öğrenci işin elifbasını öğrenmekle meşgul".

İkinci soru: "Bir öğretim üyesi, diyelim bir profesör, bilim adamı sayılır mı?" Cevap: "Hoppala! Elbette sayılır; doçenti bilim adamı saymayacaksak, kim bilim adamı sıfatını taşımaya hak kazanabilir ki?"

Güzel. Ben de sözü buraya getirmek istiyordum zaten. Şimdi sözü bir profesöre bırakıyorum, bakınız ne söylüyor?

-Ben emekli bir profesörüm. Tıp fakültesi göğüs hastalıkları bölümünde 30 seneye yakın öğretim üyeliği yaptım, hasta baktım. Medya benden zaman zaman bilim adamı diye söz etse de işte açıkça söylüyorum: "Ben bir bilim adamı değilim". Tıp fakültelerindeki profesörlerin, doçentlerin neredeyse hiçbiri bilim adamı değildir!

Ne? Ne demek yani bu? Ne söylüyor bu adam, kim; hangi cür'et ve bilgiyle böyle konuşuyor?

-Evet, tıbbın belli alanlarında bilgi ve tecrübeye sahip olan, birikimini başkalarına da öğreten ve hastalar üzerinde uygulayan kişilerin, bilimsel yöntemleri kullanarak araştırmalar yapıyor olmaları, onların bilim adamı olduğunu göstermez. Profesörlük ve doçentlik akademik unvanlardır, doğrudan bilim adamlığına atıfta bulunmaz!

-Ne, canımızı kime emanet ediyoruz biz, eyvah!

-Paniğe kapılmayınız hemen! Tıp uzmanlarının bilim adamı olmaması hastalar için kötü bir şey değildir, hatta daha iyi olabilir çünkü gerçek manada bilim adamı için daha önemli olan şey hasta değil araştırmanın kendisidir.

-Yıkıldım resmen!

-Hayır, yıkılacak bir şey yok. Hastaya iyi sağlık hizmeti vermek için akademik unvan şart olmadığı gibi işini iyi bilen herhangi bir uzman, herhangi bir pratisyen hekim yeri geldiğinde hastasına bir profesörden daha fazla yardımcı olabilir. Bilim adamı olmak başka şey, hastaya yapılması gerekenleri hızla kavrayıp uygulamaya geçmek, yani "İcra-yı tababet" başka şey!


Bizim ülkemizde sözün değeri, sözün kendisinde değil, daha çok söyleyenin kimliğine bağlıdır. Yıllarca üniversitede hasbelkader öğretim üyeliği görevinde bulunmuş biri olarak edindiğim kanaat ve gözlemleri yüzde 100 doğrulayan bu sözler Prof. Dr. Ahmet Rasim Küçükusta'ya ait ve onun geçenlerde yayınladığı, "Tomografiyi, anjiyoyu, endoskopiyi bırak, Kalbime Koy Başını Doktor" isimli kitabında yer alıyor. (Hayykitap, s. 69 vd.)

Küçükusta doğru söylüyor. Bilim adamı olmak için bilim üretmek, bilime yeni bir unsur ilave etmek gerekir. Biz, genellikle başka bilim adamlarının araştırıp kafa yorarak bulduğu teorileri, metotları kullanarak işini görenleri bilim adamı diye niteler geçeriz; aslında "bilimle uğraşan" kişilerden bahsederiz. Mesela, o sahada kaleme alınmış kaynak ve makaleleri değerlendirerek bir yenisini ortaya koymak, bilimin metodunu öğrenmek için faydalı bir tâlim sayılır ama bilime katkı için -müsaadenizle!- daha fazlasını yapmak lâzımdır.


Mesleğinin "ne idüğü hakkında fikir sahibi olmak"tan kasdettiğim, işte tam olarak böyle bir şeydir ve soğukkanlı, sâkin, şahsi menfaat endişesinden uzak ve kapsamlı bir bakışa sahip olmayı gerektirir. Meslek, varlığımıza anlam ve istikamet katan bir uğraşıdır ve her şeyden evvel kişide mesleğine saygı ve muhabbet duymasını gerektirir. İşine âşık insanlar tanıdınız mı hiç; onlardan bahsediyorum. "Dünyaya bu işi yapmak için gelmiş sanki" denilen adamlardan bahsediyorum. Bu durumda mesleğimizi, geçimimizi temin ettiğimiz işle karıştırmamak gerekiyor. Bizde sevdiği işi yapabilen adam sayısı çok az, eğitim ve kariyer kulvarlarımız, sonradan ihtiyaç gösteren bir düzeltme konusunda nedense pek ketum, pek bükülmez kurallar koyuyor gençlerin karşısına.


Meslek konusunda "Korsan Bildiri" kaleme almayı bir tarafa bırakarak Küçükusta'nın kitabına eğilelim yeniden. Prof. Dr. Küçükusta bir tıp profesörü sıfatıyla evvela kendi mesleğinden ve camiasından başlayarak dışa doğru esaslı bir tenkid faaliyeti yürütüyor; onun bu tarafını hem çok seviyor hem de saygı duyuyorum. Bizde mesleki dayanışma tabuları vardır ve özellikle çok puanla girilen fakültelerden mezun olanlarda mesleki zümre dayanışmasının ileri örneklerini görmek mümkündür. Küçükusta, bu gibi yazılı olmayan ufak-tefek dayanışma kurallarını bir kenara bırakarak söylenmesi gerekenleri cesaretle söyleyen yaklaşımı ile dikkat çekiyor ve çok faydalı yazılar kaleme alıyor. Kitabının içindekiler kısmına şöyle bir göz attığımızda Küçükusta'nın fincancı katırlarının üzerine üzerine doğru nasıl da cesaretle fiske taşları attığını fark ediyoruz. Meselâ bazı kadınların erkek düşmanlığı konusu, meselâ hekim-hasta ilişkilerinde "hasta memnuniyeti"ni öne çıkaran, pratisyenleri sağlık sisteminin temeline yerleştiren yaklaşımı, meselâ doktorların hediye alıp almaması konusu, tıbbi yayınların kim tarafından, nasıl yapıldığı ve ne işe yaradığı hakkında içerden bakışlar, ilâç-hasta ve doktor üçgeninin iç açılarının toplamının niçin duruma göre değiştiği, ilâç israfı, ilâç fiyatlarındaki abartının sebepleri, bu konularda doğru zannettiğimiz çürük efsâneler ve daha niceleri...

Cumartesi ekindeki haftalık yazılarını zevkle okuduğumuz Ahmet Rasim Küçükusta'nın "kolayca kana karıştığı" için tesiri ve değeri pek hissedilmeyen meziyetlerinden birisini sona sakladım: Küçükusta çok iyi bir yazar; sade, anlaşılır, akıcı bir lisanı, kolay okunur bir kurgu ustalığı ile kaleme alıyor yazılarını... 'Tıp fakültelerinden ara sıra da tabib çıkar' sözü doğru galiba; nedir arkadaş bir tabiblerden çektiğimiz; ekmeğimizi elimizden mi alacaksınız, nedir derdiniz yahu?