Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Birisi rüyasında şeytanı görür, omuzunda birçok yularlar var, gidiyor. -Ey şeytan! Bu omzunda olan şeyler nedir, diye sorar. -Âdemoğlunun yularlarıdır; eğer bana gelmeyen olursa, bunu onun boynuna takarım, kendime çekerim ve uydururum, der. O adam orada, -Benim de yularım var mı, diye sorar.

Şeytan cevabında,

-Senin yulara ihtiyacın yok; sana bir işaret ederim, arkam sıra yularsız gelirsin, der.


Kemâl Paşazâde merhum, ilk zamanlarında tarikatı sevenlerden olmayıp variyetli, enaniyetli ve ulema bir kişi imiş. Azametli bir şekilde arkası üzere yaslanıp oturmak özel zevki imiş. Bir gün seyyah erenlerinden bir can gelip;

-Hoca, sana bir sorum var. Allah'ın ilmine nisbetle mahlûkatın ilmi ne gibidir, diye sorduğunda;

-Var hey torlak, hiç o teşbîh ve nisbet kabul eder mi? Fakat senin anlayabilmen için bir benzetme yapayım, diyerek eline bir sayfa kağıdı alır ve kalem ile ortasına bir nokta koyar.

-İşte mahlukatın ilmi bu nokta gibidir, etrafı da Allah'ın (c.c.) ilmi gibidir, der. O can,

-Efendim, kerem edin, siz de ilminizi bu noktanın içinden çıkarın, deyince Kemâl Paşazâde Hazretleri mütehayyir olup kendisine bir hal-i istiğrak gelir, gaşy u bihûş olur, kendisinden geçer.

Sonra kendine geldiğinde;

-Aman o torlak nereye gitti, bakın çağırın der.

Koşarlar, bakarlar ki kimse yok; kaybolmuş gitmiş. İşte bu cânın irşadından sonra Kemâl Paşazâde merhum, azamet ve enaniyetini terk edip, derviş nihad ve hoş rû olur. Şiirlerine dahi tatlılık gelir. İşte Cenab-ı Hak, istediğini gayb erenleriyle ve daha başka şeylerle irşad eder, berzahtan kurtarır.


Bir gün birtakım ahbâb Kağıthane'ye gider; köprünün civarında bir yere oturup içip eğlenirlerken bir de bakarlar ki Sultan III. Selim Han kayığına binmiş geliyor. Bunlar ne yapacaklarını şaşırır, bilemezler.

Tez elden ne yapsınlar, hepsi birden namaza kalkarlar. İşret tabaklarını önlerine alıp kıyamda dururlar. Ta ki Sultan Selim geçinceye kadar. Amma teveccühleri kıbleye mi, başka mahalle mi, orasını bildikleri yok. Sultan Selim merhum bunların hizasına gelince mahsus zevk için kayığı yavaş çektirmeye başlar, orada biraz eğlenir ve onlar da kıyamı hiç bozmazlar. Biraz sonra Sultan Selim merhûm ordan gider,

-Bu acayip namazın hiç rükû ve sücûdu yok mudur der ve sonra arkalarından,

-Zevk u safâlarını bozmasınlar, üzülmesinler diye haber ve insan gönderir.


Bir padişah bir saray yaptırır, sonra o sarayda bir ziyafet tertib eder. Herkesi o ziyafete davet eder de,

-Bu sarayın bir kusuru var mıdır, diye sorar. Herkes gelir, ziyafetinden yer, sarayı gezer bir kusur bulamaz giderler. Sonra bir seyyah derviş dahi gelir, gezer, ona dahi sorarlar, sarayın bir kusuru var mı diye. Derviş bakar, bir kusuru vardır der, şaşırırlar.

-Nedir derler.

-Bekâsı yoktur!

Padişah ve yanında bulunan bütün herkes dervişi takdir ve tahsin ederler.


Abbasi halifelerinden Harun Reşid, bir defasında o derece kabız olur ki, olanca müshil ve yumuşatıcı ilaçların hiçbirinin faydası olamaz. Zamanın tabiblerinden hiçbir tabib de müessir ilaç üretemez.

Derken Behlül Dânâ gelir. Kapıdan içeri girer girmez Harun Reşid ona;

-Aman birader, kabızlıktan ölüyorum, bunun bir çaresi var mıdır, der. Behlül cevabında,

-Eğer tahtını bana verirsen ben ilacını yaparım der. Harun Reşid çaresiz ölümden ise bu pazarlığa razı olur olmaz karnında gurultular başlar. Arası çok geçmeden kabızlığı sökmeğe ve hastalık da düzelerek sıhhat ve afiyet bulmaya başlar.

İyi olduktan sonra verdiği sözü yerine getirmek için tahtını Behlül Dânâ'ya terk etmek isterse de Behlül,

-Bir kabızlığa değişilecek tahtı ben ne yapacağım der, kabul etmez.


Kâ'be-i Mükerreme'de bir zât, yanında birisini görür. Adam arkasında bir zembil -sepet- ile tavaf ediyor. O zât;

-Oğlum o zembilde ne vardır diye sorar.

-Efendim anam var. Hukukunu edâ için böyle yedi senedir götürür, tavaf ettiririm, der. O zât,

-Eğer validenin hukukunu edâ etmek istersen, kocaya ver, der. O adam,

-Efendim baksanıza bir torba kemik, nasıl kocaya vereyim, der. Bunun üzerine validesi zembilden elini çıkarır da oğlanın omzuna vurur.

-Sus oğlum, sen efendiden daha iyi mi bilirsin diye çıkışır.


Bir memlekette iki zâviye yapmışlar, Hazret-i Mevlânâ'dan iki şeyh istemişler. Hazret-i Mevlânâ dervişliğin şeyhlikten zor olduğunu beyan etmek için Şems-i Tebrizî hazretlerine,

-Bereket versin şeyh istemişler, eğer derviş isteselerdi senle ben gitmeliydik, buyurmuş.


Nasreddin Hoca, Allah'tan bir kerâke (şemsiye) ister. Sabah ister, akşam ister; böyle böyle arefe olur kalır. Hoca, "Sen vermezsen ben yapamam mı?" der gider, attârdan biraz tel, kağıt, biraz da çiriş alır gelir. Keser, biçer, yapıştırıncaya kadar bayram namazına geç kalır. Sonunda yapıştırır, gider camiye. Cami dolmuş. Üstü açık son cemaat yerinde bir yer bulur, oturur. Derken hava bulutlanır, başlar yavaş yavaş yağmur dökülmeye. Hoca başını kaldırır;

-Ey Allah'ım, bunu sen vermedin, bunu ben yaptım, der. Yanında bir kör varmış,

-Sus, Allah'a öyle söz söylenmez der.

-Ha, der hoca, "sahip çık sahip çık; işte seni de kör etmiş," der.


_Menâkıb-ı Kethüdâzâde El-Hac Mehmed Arif Efendi'den, İnsan Yayınları, İstanbul, 2007, 464 s._