Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Lâfı döndürüp dolaştırmanın âlemi yok, itiraf ediyorum: Cumartesi günü ikindiden sonra İstanbul Tasarım Bienali’ne gittim.

“Ne işin vardı oralarda üstad?” diyebilirsiniz; merak kediyi öldürür derler ye meraktan işte. Necib matbuatımızda bienal hakkında öyle saygıdeğer medhiyeler okumuştum ki, gitmezsem kendimi bir numaralı halk düşmanı hissedebilirdim. Gittim, gördüm ve hamdolsun sâlimen döndüm.

Yola çıkmadan önce sözlüğü açıp Bienal’in ne mânâya geldiğine baktım: “İki senede bir başa gelen” demekmiş. İki senede bir vukû bulduğuna göre müstesnâ bir gösteri olmalıdır iyimserliğiyle yola revân oldum. Tophane rıhtımındaki binaya duhûl etmezden evvel Nusretiye Camii’nin böğrüne mevzilenmiş nargilecide kısa bir çay molasında ne yaptığımı yeniden gözden geçirdim; emin miydim? Burası “Otoyola girmeden önceki son benzinlik” olabilir miydi! Yağmur atıştırıyordu; biraz titreyip kendime geldikten sonra, “Neveytü’l-Biyenâl” diyerekten besmele çekip girdim içeri. Tasarım kavramına çok saygılı biriyimdir esasen; orta büyüklükte dikdörtgen prizma bir bina içinde ancak farklı biletler ve etiketler edinmek suretiyle gezilecek mekânlar serpiştirmek bana pek iyi bir tasarım gibi görünmedi. Nereye ve nasıl gireceğimi öğrenmek için görevli nazik kızlardan bir hayli kılavuzluk bilgisi almak gerekti. Bina derûnundaki güvenlikçi tasarımı had safhadaydı ve her kim yanlış adım atarsa ânında ikaza uğruyordu; işte o yüzden ikinci elciden kilo işi alınmış kitapların delinerek iple tavana asıldığı o ufuk açıcı mekâna girmeye cesaret edemedim. Muhtemelen Başbakan, Bakanlar Kurulu’nu o esnada orada toplamıştı galiba.

Evvela merdiven çıkıp sonra indikten sonra bienal mekânına nihayet vâsıl oldum. Bienalin laitmotifi yani anafikri “Musibet”ti; bu kelimeyi tanıyordum ve galiba kötü tasarlanmış, daha fenası hiç tasarlanmamış şehirlerde yaşamanın tek kelimelik tasviri niyetine tercih edilmişti. Bienal mekânı, musibet kavramını desteklercesine siyah, karanlık, yüksek ve dar hücrelerden müteşekkildi ve her bir hücrenin duvarlarında, ne mânâya geldiğini anlayabilmeme imkân olmayan bazı entelektüel cümleler yazılmıştı; çoğunun font tercihi fena değildi ama yine de meseleyi anlamadım. İyi font her zaman anlamı kurtarmıyor! Girdiğim her hücrede altıncı hissim beni, “Geç azizim geç” diye dürtükleyip durdu; ne var ki fotoğraf ve bilgi verici yazıların 10 mm’lik kavak kontra plâkalara serigrafi ile basıldığını tahmin ettiğim hücre hepsinden genişti ve burada biraz soluklanma fırsatını bulabildim; fontlar kötü ama kavak kontralar ise kusursuzdu. Piyasada bu kadar temiz kontraplak bulabilmek pek mümkün olmuyor çünkü.

Bütün hücreleri kesif bir entelektüel ızdırabın melankolisi ele geçirmişti. Çoğunun mimarlık öğrencisi olduğunu sandığım çoğu kız ziyaretçiler bu hissin verdiği huşû ve acı içinde kederliydiler. Burada önemli bir şey olduğunu anlamışçasına müthiş bir ciddiyet ifadesi vardı yüzlerinde. Entelektüalite, bu mekânda ekmek gibi, duvar gibi, bienal objesi gibi elle tutulur bir fizik boyutu kazanmıştı ve ben ne yazık ki yine de pek bir şey anlamamıştım. Vaktiyle bu musibetleri şehirlere reva görenler de netice itibariyle okumuş, entelektüel çocuklar, mimarlar, şehir plancıları filan değil miydi; öyleyse şimdi niçin sızlanıyorlardı. Önsezilerim, “Lâmı-cimi yok; burayı hemen terk et arkadaş!” diye alârm vermeye başlamıştı. Can havliyle karşılaştığım ilk görevli kıza çıkışı sordum, merdivenleri işaret etti. “Ne?” diye haykırdım, “Önce merdiven çıkıp iki adım yürüdükten sonra yine merdiven inerek girdiğim bir mekândan yine aynı yolla mı çıkmak zorundayım; nasıl bir tasarımdır bu ayol?”

Çıktığımda yağmur yağıyordu; “Bir daha bienale gidersem ne olayım” diye homurdandım ama yine de siz bilirsiniz; karar sizin; gözlerime bakınca ne kasdettiğimi anlarsınız siz!