Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

İşin doğrusu, önümüzdeki iki haftalık süreçte Kıbrıs Türkleri'nin kendi gelecekleri hakkında fikir bildirme hakkına müdahale etmemek, onların sâlim bir zihinle referandum sandığına gitmelerine yardımcı olmaktır ama böyle bir nezaket gösterisi, son asırda geliştirebildiğimiz siyasi kültür birikimi açısından büyük iyimserlik sayılmalıdır; hele hele referandumda oylanacak mesele bu derecede abartılı hamâset bulamacına gömülmüş iken...

Mesele, "toprak kaybı"kazancı" üzerinden değerlendirilirse bugün yaşanan tartışmaların, hatta tartışmalarda "hamâset"e müracaatın bile bir anlamı olur; şecaatle, yiğitlik ve cesaretle Kıbrıs meselesinde kâra geçmek ihtimâli mevcutsa ve kahramanlık gösterilmesi gereken bir demde içimizdeki bozguncular ödlek bir pasifizmi tercih etmişlerse hamâset taraftarlarına da hak verebiliriz. Ama bugün Türkler, askerî güç değil siyâsî akıl sarf etmek gereken bir problemle yüz yüze bulunuyorlar. Siyasi akıl, hamâsetin vazgeçilmez vekilharcıdır ve hiç şüphe yok ki medenî bir kabiliyetin mahsûlüdür. Korkum odur ki biz Türkler, siyasi akıl konusundaki fıtri eksikliğimizi, meselenin hamâset boyutuna fazlaca yüklenerek kapatmak insiyâkı içindeyiz. Siyasi akıl gerektiren meselelerde hamâsetin kavramlarını kullanma tercihimiz, bu zannımı güçlendiriyor.

"Referandumun sonucu evet olursa Denktaş köşesine çekilecek" haberi, bende böyle tedailer uyandırdı; "Devleti sonuna kadar korumuş kişi olarak köşeme çekileceğim" cümlesinde ilginç ipuçları var: Bir ferd"i vâhidin, kendinde "devleti korumak" misyonu hissetmesi, kendisini Kıbrıs'taki Türk devletiyle aynîleştirmesi çok dikkat çekici; bu psikolojiyi tamamlayan cümle ise şu: "Oğlumun partisi evet derse benim için yıkım olur." Oğlunu partiyle özdeşleştiren bir siyaset adamının kendini devletle bir görmesi, otuz seneden beri Kıbrıs'ın Türk tarafında kurulan kamu idaresinin "tüzel kişilik" niteliği hakkında bir fikir sahibi olmamıza da yardım ediyor. Böyle bir bakış açısının, şu yaşadığımız günlerde ne kadar derin bir yalnızlık, inkisar ve haksızlığa uğramışlık hâleti içine gömüldüğünü tahmin edebiliriz.

Kıbrıs'ta bugün gelinen yer, son otuz sene ihmâl edilerek değerlendirilmemeli; aynı konuşmasında Sayın Denktaş, "eğitim sistemindeki hatalarının gençler arasında din ve vatan duygusunu zayıflattığını" da belirtiyor ki neticede ortaya çıkan manzara, devleti tek başına düşünen ve esirgeyen bir devlet başkanıyla geleceğini "icabında" güney Kıbrıs'ın verdiği Rum pasaportuyla AB tabiyeti olmakta arayan, kaybedilmiş bir kuşağın beklentisi arasındaki vahim kopukluktur; vaktiyle biraz da bu hususlar üzerinde hamâset edebiyatı yapılsa belki durum daha farklı olurdu.

Çuvaldızın Türkiye'yi acıtması gereken ucuna gelelim: "Devlet kurmak" noktasında övgüye değer bulduğumuz kabiliyetimizi, "devleti idame ettirmek" becerisiyle sürdürmek noktasında da kostaklanabilir miyiz? Kıbrıs'ın son otuz yılında bana göre en mühim "siyâsi ve dolayısıyla medenî" zaafımız, Kıbrıs'ın kuzeyini, sanki Mersin'in imtiyazlı bir ilçesi imiş gibi gözetmek ve yönetmekte tecelli etti. Kıbrıs'ta kurduğumuz "Türk" patentli kamu idaresini dünya kamuoyuna onurlu, üretken ve "kendini yönetebilir" bir devlet teşkilatı olarak kabul ettirmekte diplomatik acz gösterdik; "ağabey"lik göstermemiz gereken işte böyle bir "medenî aksiyon" noktasıydı ama biz Kıbrıs Türklüğü'ne sadece "koruma ve himaye" noktasında fedakârlık gösterebildik; "acaba daha fazlası elimizden gelmediği için midir" sualine ise cevap vermek istemiyorum.

Hamâset, savaşı kazanmak için lâzım; barışı kazanmak ancak "medenî" zenginlik ve derinlikle mümkün!