Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Siyasi partiler, bir kurmay heyeti veya bizzat lider tarafından belirlenen bir siyasi çizgide duruyorlar; elbette ki bu çizginin —herkes bir tarafa— kendini o partiye yakın hissedenleri tamamiyle temsil etmesi mümkün olmayınca bu defa "ara renkler ve tonlar"a müracaatla şahsi bir duruş yeri tayin ediliyor.

Zannederim ki bugünlerde pek çok insan, politik yelpazedeki yerini ancak gri tonlarla ifade edebilmek ihtiyacında bulunmasına rağmen siyah—beyaz kutuplaşmasında bir yere raptedilmekten ürküntü duyuyor. Kararsız seçmen kitlesinin her seçim öncesinde daima çoğunluğu ele geçirmesi böyle de izah edilebilir. Siyasi partiler, bir kurmay heyeti veya bizzat lider tarafından belirlenen bir siyasi çizgide duruyorlar; elbette ki bu çizginin —herkes bir tarafa— kendini o partiye yakın hissedenleri tamamiyle temsil etmesi mümkün olmayınca bu defa "ara renkler ve tonlar"a müracaatla şahsi bir duruş yeri tayin ediliyor.

En iyisi bir örnek vermek!

Eğri oturup doğru konuşmak veya tam tersi Milliyetçi Hareket Partisi, Avrupa Birliği ile ilgili kanun görüşmelerinde muhalif bir tutum takındı ve Meclisin ekseriyetle kabul ettiği kanunlara red oyu verdi. Eğer Mecliste oy hakkında sahip bir milletvekili olsaydım teklif edilen kanunlara kabul oyu verirdim ama Türkiye'nin AB'ne girmesi sadece benim reyime kalsa bile oyum hayır olurdu.

İzah edeyim!

"Kopenhag Kriterleri" adı verilen siyasi düsturlar, benim için Avrupa Birliği'ne üyelik yolunda kabullenilmesi gereken şartlar olarak benim için zerre kadar değer ifade etmiyor ama bu kriterlerin tek tek her birinin kendi ülkemde geçerlilik kazanmasını isterim. O yüzden kabul oyu kullanan bazı partilerin, "biz bu kriterleri kendi halkımız için istiyoruz; AB'ye girmek ise işin kaymağı" yolundaki izahlarını, asıl önceliği AB'ne verdikleri için inandırıcı bulmadım. Türkiye, Avrupa Birliği ülkelerinin siyasi, iktisadi, hukuki ve eğitim standartlarına erişmek için kendi kaynaklarını ve gücünü harekete geçirmeli, hatta AB ile bu vadide rekabet heyecanı bile geliştirmeliydi; ne yazık ki bu nokta—i nazar hiçbir siyasi parti tarafından lâyıkınca savunulmadı. İşte bu yüzden MHP'nin kanun tartışmaları esnasında gösterdiği muhalefet, "eğri oturan ama doğru konuşan" veya "doğru oturup eğri konuşan" bir tavır şeklinde algılandı ve bu parti vaktiyle hükümet protokolü ve sair belgelerde gösterdiği hüsn—i kabul tavrını Meclis'te tekzib eden ama bu esnada delillerini lâyıkınca izah edip savunamayan bir mevkie düştü.

MHP'nin AB uyum kanunlarına muhalefeti, sadece Apo'nun idamına ve Kürtçe eğitim meselesine endekslemesi ve itirazını bu edebiyat üzerine bina etmesi, belki önümüzdeki seçim kampanyasında kullanılabilir bir malzeme teşkil etmesi bakımından elverişli ama bana göre uzun vadede tutarsızdı. Zira bu parti, bugüne kadar hiçbir ciddi mahfilde "biz Avrupa Birliği'ne karşıyız" görüşünü seslendirmedi; tam aksine "evet, biz de AB'ye girmek istiyoruz ama bazı şartlarımız var" yollu bir lisan kullanmayı tercih ettiler.

Eğer bu görüşmeler esnasında oy hakkında sahip bir milletvekili olsaydım, kanun teklifine kabul oyu kullanırken, kendi oyumun diğer "kabul" oylarıyla aynı kefede mütalaa edilmesi beni mânen rahatsız ederdi zira bir meselede irâde izharı ile o izhâra yol açan mantık süreçleri birbirine benzemeyebilir. Nitekim Meclis, kanunun tamamını kabul ettikten sonra gösterilen abartılı sevinç ve ayağı yere basmayan övgü sözleri, bana göre anlam itibariyle Türkiye'yi ve Türk halkını aşağılayan ve hatta küçük düşüren bir muhteva taşıyordu. Halk arasında bu gibi gereksiz ve abartılı sevinç gösterilerine "sevindirik olmak" derler. Yazılı ve görüntülü basının büyük kısmı, kanunun anlamını değerlendirirken ve bu kararla Türkiye'nin medeniyet treninin son kompartmanına atlamayı başarmış bir yolcuya benzediğini ifade ederken, tam anlamıyla "sevindirik" bir tutum takındılar ve Meclis'i sanki iyiliğe kemlik edecekken son anda durumu farkederek nazik bir tutum takındığı için övgü yağmuruna tuttular.

Gri bölgeler

Nihai tahlilde ben, Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne tam üye olmak için bu derece heyecan ve istek göstermesini yersiz ve yanlış buluyorum; Kopenhag kriterlerinin kabul edilmesiyle ülkenin milli birlik ve beraberliğinin tehdid altında kalacağına inananlardan da değilim; bu kriterlerin adı bile olmadığı devirlerde Türkiye, milli birlik ve beraberliğini tehdid eden son derece ciddi ve ağır krizler yaşadı. Nihai tahlilde gözden hiç kaçırılmaması gereken husus, Türkiye'nin iyi ve doğru yönetilmesi ve bu suretle daima güçlü pozisyonda kalmasıdır. Ancak Avrupa Birliği'ne girebildiğimiz zaman güçlü olabileceğimiz tezini savunanları bugüne kadar hiç inandırıcı bulmadım. Devletler arasında güç, vaktiyle imzalanmış anlaşmaların hatırına teati olunabilir bir nesne değildir. Gücün tek başına mantığı ve hareket tarzı vardır. Bugünlerde çokça seslendirilen, Türkiye'nin AB imkânlarını kullanmak suretiyle daha fazla güç kazanabileceği varsayımı, tarihi tecrübe tarafından doğrulanmıyor ve doğrulanacağı da yoktur.

İşte "gri bölgelerde" ferdî bir duruş yeri aramak böyle bir şey ve bu gayretin genel politikayı etkilemek bakımından hiç bir anlam taşımadığını kabullenmek gerek; ama kabul etmeliyiz ki ferdiyet inşâsı genel çizgilerde değil, ancak "genel"in kaplama alanı dışında kalan "gri bölgelerde" mümkün olabiliyor.

FIKRA:

GENİŞ VE KISA

Temel'le Dursun pilotluk kursunu bitirerek ilk uçuşlarına çıktılar. İnişe geçtiklerinde ikinci kaptan Dursun, telaşla kaptanı uyardı,

—Vay canına Temel Kaptan, dedi, "bu gördüğüm en geniş uçak pisti!

Temel aynı şaşkınlıkla ekledi,

—Öyle olsa iyi dedi Temel, "üstelik dünyanın en kısa pisti!"

SÖZ:

"İnsan her zaman kahraman olmaz ama daima insan kalabilir."

Francis Bacon

AKLINIZDA BULUNSUN:

YASSAH HEMŞERİM!

İki hafta önce bu sütunlarda Prof. Dr. Ali Yardım Bey'in tatilini, Anadolu kütüphanelerinde yazma eserleri tarayarak geçirdiğinden bahsetmiştim. Küçük bir ayrıntıyı ihmâl etmişim, ilâve ediyorum. Sivas'ta Kongre Müzesi bünyesinde küçük çaplı bir yazma eser külliyatının bulunduğunu öğrenen Ali Bey, Vilayeti de haberdar etmek suretiyle Kongre Müzesi'ne gider. Müzedeki yüz civarındaki yazma eseri görmek istediğini lisân—ı münasiple ilgililere aktarır. Müzedeki yazma eserler, kurum bünyesinde "arkeolog" unvanıyla çalışmakta olan görevlilerin şahsi zimmetine emanet edilmiştir. Bu görevliler Ali Bey'e işte bu zimmet meselesini ileri sürüp yazmaların tetkiki için ayrıca bakanlık izni gerektiğini belirterek kitapların görülmesine müsaade etmezler. Bu gibi engellerle çok karşılaştığı için hayli tecrübe sahibi olan Ali Yardım Hoca ısrar etmez ve binayı terkeder. Halbuki Ali Bey'in talebi, ilgili yazmaları, yine arkeologların huzur ve nezaretinde, hemen oracıkta elden geçirmekten ibarettir. Bu mesai, süre itibariyle en fazla yarım gün alabilecek bir tetkikten ibarettir. Meseleden daha sonra haberdar olan Vilayet yetkilileri üzülürler ve ilgilileri "te'dib"ten kaçınmazlar ama yapacak bir şey yoktur. Aklınızda bulunsun: Bu memleketin bazı kurumlarında kitap incelemek hâlâ bakanlık iznine bağlıdır!

ALINTI:

"İktidar değiştikten sonra çok ilginç olay ve davranışlara tanık olduk. Yıllarca tek parti yönetiminin baskısı altında yaşayan cahil halk, demokrasiyi dilediğini yapabilme özgürlüğü olarak algılıyordu. Sanıyorlardı ki demokraside yasak, düzen ve kural yoktur. Bunun çok çarpıcı bir örneği bizim yazıhanenin önünde yaşandı. Bir sabah yazıhaneye geldiğimizde, bir faytonun kaldırımda, tam yazıhanenin önünde park ettiğini gördük. Atlar tam girişe pislemişlerdi. Son derece titiz bir adam olan babamın tepesi atmıştı. Babam arabacıya söylenmeye başlayınca o diklendi.

—Yakup Bey, sizin devriniz geçti artık, şimdi demokrasi var. Ben arabamı istediğim yere park eder, atımı istediğim yere s...tırırım." Uğur Ersoy, Bir Zamanlar Mersin'de, Evrim Y. İstanbul, 1997, s. 162