Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Daha önce de bu konuya değindiğimi hatırlıyorum; biz vaktiyle “sınıf tahlili, sınıfsal tahlil” gibi kavramlara soğuk bakardık.

Soğuk bakardık, çünkü sosyal sınıf diye bir şey yoktu. Türk milletini ötekilerden ayıran en mühim özellik de buydu galiba. Başka toplumlar sınıf gerçeğini içinde barındırıyor olabilirdi ama bizde asla; biz, sınıfsız, imtiyazsız kaynaşmış bir kitleydik.

“İmtiyazsız” lafı pek içe sinebilecek gibi bir şey değildi, bunu hissediyorduk ama insan, henüz internetin, cep telefonunun, hatta televizyon yayınlarının bile olmadığı bir taşra şehrinde, hepsi de birbirine benzeyen onlarca yaşıtının arasında yaşarken böyle bir şeyi nasıl bilebilirdi ki? Ucundan kenarından bazı insanlar, bazı yaşıtlarımız bizden daha imtiyazlı, daha geniş imkanlara sahip ve hayat yarışına çok ilerilerden başlıyor gibi görünselerde çalışmakla bu gibi sosyal mesafelerin kapatılacağı inancıyla büyütülmüştük. Çalışırsak bizim de olurdu; biz de öyle olabilirdik. İmtiyazlı olmanın neye benzediği büyük şehirlere gelince gördük, daha doğrusu bu gerçek bize çarptı diyebiliriz; bazı yaşıtlarımız o kadar farklı, o kadar ayrı dünyalara mensuptular ki onlarla ortalama insan ömründe bir kere karşılaşmak bile şans meselesiydi.

Sınıf deyince bir tek olgudan bahsedilebilirdi; işçi sınıfı. İşçilerin bir sosyal sınıf olduğunu ileri sürenler sol sendikacılardı, sosyalistlerdi ve işçi sınıfının iktidarı kurulmadıkça sosyalizmin gerçekleşmeyeceğini, zaten tarihin bir sınıf çatışmasından ibaret olduğunu iddia ediyorlardı.

Dünyanın iki blok olduğu günlerdi; dünyanın yarısı sosyalist blokun pervanesiydi.

Biz diyorduk ki, “Hayır, Avrupa’da işçi sınıfı olabilir ama bizde yoktur; tarih de sınıfların değil, milletlerin mücadelesidir”

Doğrusu şuydu; Türkiye’de bir işçi sınıfından bahsedilemezdi; işçiler vardı ama bunlar bir sınıf haline gelecek derecede yaygın ve etkili bir topluluk oluşturamıyorlardı; onlara bir sınıf olma bilincini dışardan zerketmeye çalışan sosyalist sendikacılardı. Yanlış olan ise Türkiye’de bal gibi sosyal sınıfların var olduğu idi fakat bu sınıflar, Batı tarihinde gördüğümüz şablona tıpatıp uymuyordu. Tarihe baktığımızda adına topluca “reaya” denilen geniş ve büyük ve birbirine benzeyen bir kitle görüyorduk, bir avuç da yönetici zümresi.

Zümre, darda kalınca başvurduğumuz ilk yardım kavramıydı. Sınıf diyemeyince zümre deyip çıkıyorduk işin içinden.


‘Neye bakarsanız onu görürsünüz’ sözünde büyük doğruluk payı var; bir metinde neyi okumak isterseniz onu bulursunuz. Biz, sınıf olgusunu ıskalamaya, toplumu tek bir bütün ve onun ehemmiyetsiz benzemez unsurları gibi görmek istiyor ve öyle görüyorduk.

Tarihin bir sınıflar mücadelesi olduğu abartılı bir hükümdür ve ideolojik önyargı olmaksızın kabul edilemez; fakat sınıf mücadelesi olgusunu ıskaladığımızda tarihte olup bitenleri anlamak için çok önemli bir aracı da elimizin tersiyle itmişoluyoruz. Öyleyse yakın tarihimizi, bir deneme mahiyetinde olmak üzere mevcut sosyal sınıfların birbiriyle ilişkileri bakımından gözden geçirmeyi deneyebiliriz.


Evvela en tanıdık sınıftan işe koyulalım: Cumhuriyet kurulduğunda işçi sınıfı çok cılız bir tabakadan ibaretti ve sanayi işçisi neredeyse İstanbul’da Haliç çevresindeki küçük fabrikalarda çalışanlardan oluşuyordu. İşçi sınıfının yakın tarihimizdeki rolü, ihtilalci sosyalistlerin rüyalarını süslemek ve eylemlerine ilham vermek dışında hiç de etkili olmamıştır, bugün de etkili olduğu söylenemez. İşçi sınıfı, bütün dünyada olduğu gibi bizde de hızla mahiyet değiştiriyor ve belki yarım yüzyıl sonra proleterya, Marks’ın anladığından çok farklı bir şekle bürünecek.

Burjuvaziye gelince; Batıdaki karşılığı esas alınırsa bizde, aynen işçi sınıfı gibi pek cılız bir topluluktan ibaret görünüyor. Gerçek istatistik rakamlarını bilmemekle birlikte tahminen nüfusun % 90’ının köylerde, kapalı ekonomi ile yaşadıkları bir dönemde şehir ahalisi ekonomide ve politikada etkili olabilmekten uzaktı, fakat Cumhuriyet’in yaygınlaşan eğitim politikası aracılığı ile şehirliler, dönemin bürokrasisinde yerlerini aldılar ve resmi ideolojinin koruyuculuğunu üstlendiler.

Şehirli nüfusun biriktirebildiği şehir kültürü, köyden gelen göç dalgasına fazla dayanamadı ve çöktü. Taşra şehirlerinin şehirli nüfusu, büyük şehirlere naklederek küçük koloniler halinde yaşamaya başladılar, ellerinden kayıp giden kültür birikimini bir nostalji unsuru haline getirdiler. İçlerinden çok azı işadamı ve müteşebbis olarak siyaset ve ekonomi üzerinde etkili yerlere gelebildi; ne var ki müteşebbislerin ekonomi ve siyasetle ilişkisi, genellikle “devleti kollamak, yumruk mesafesine girmemek, iyi ilişkiler geliştirerek servetin tek kaynağı durumundaki devletle dirsek temasını korumak oldu. Bu kaçınılmaz bir şeydi çünkü Osmanlı döneminde olduğu gibi Cumhuriyet yönetiminde de servet, devletin kesin kontrolü altında idi.

Bugün itibariyle bile Türkiye’de işadamları ve müteşebbisler, devletten edinecekleri ucuz sermaye ihtiyacını gözardı edecek derecede devletten bağımsız bir kimlik geliştirememiştir. Büyük burjuvazi ile devlet cihazı arasındaki ilişkiler bu yüzden Batı tarihindeki şemaya göre anlaşılamaz. Batı’da burjuvazi, kendi gelişimi için gerekli reformları devlete dayatarak devletten bağımsız bir sosyal sınıf haline gelebilmişti.

Köylüler en hızlı yer değiştiren ve değişime uğrayan sınıfı teşkil ediyorlar. Türkiye’de köylülük hızlı bir tasfiye süreci içindedir. Ziraate dayalı hayat tarzı tarihe karışıyor; zirai yerleşim yerleri boşalıyor, zirai ürünün oranı eskiye göre artarken zirai faaliyetten geçinenlerin sayısı azalıyor. Köylülerimizin % 40’ı, son kırk yıl içinde köyden şehre yerleştiler ve bu büyük bir hıza ve açığa çıkan sosyal enerjiye tekabül ediyor.

Şehirlerin yeni nüfusu, siyasetin “seçimle gelen” tarafı üzerinde son derece etkilidir ve Türkiye bugün köylü (yeni şehirli) nüfusun desteklediği seçilmişlerle, atanmış bürokratlar arasındaki mücadeleye sahne oluyor. Bu nüfus, ideolojik yapılanma itibariyle geleneksel kültüre ve düşünceye yakın durarak sağ partileri iktidar yapıyor. Bu sınıfın fikrî beslenme kaynağı, (Yani medreseler, ulema sınıfı, tekkeler ve bunlara bağlı vakıflar) Cumhuriyet’in ilanı ile birlikte kurutulmuş ve kapatılmıştı. Çok partili hayata geçişte bu kurumlar modernize edilmiş haliyle yeniden açıldı ve şehirlerin yeni nüfusunu teşkil eden köylüler tarafından benimsenerek sahiplenildi; ne var ki Osmanlı’nın resmi ideolojisini ortadan kaldırmak için bu ideolojinin kaynaklarına yani medreseye, saraya ve tekkeye yönelik imha siyaseti esnasında Osmanlı şehir kültürünün önemli bir birikimi de tahribe uğradı. O yüzdendir ki bugünün yeni şehirli nüfusu, yeni şehirlerin kültürünü istikrarlı ve mâlum bir kültürün kaynağına bütün kemâliyle yönelerek inşa etmek yerine, becerebildiği kadarıyla modernizmle dini romantizmin karışımından mâmul bir birikime yaslanmak zorunda kaldı; bu birikim henüz oluşum halindedir, hamdır ve geliştirilmesi gerekiyor. Geleneği doğru anlayıp yorumlayarak başarılması gereken bu görevin en çetin zamanlarını yaşıyoruz.

Cumhuriyetin bir aristokrasi sınıfı hiç olmadı; çünkü Osmanlı Sarayı’nda yoğunlaşan aristokratik sınıf, Cumhuriyet’in kuruluşu ile birlikte hanedan mensuplarının yurtdışına sürgün edilmesiyle tasfiye edildi. Aristokrasi ile halk arasında köprü görevi gören Saray’a mensup sair hizmetliler de yok oldular; görgüleri ve birikimleri unutuldu ve kayboldu. Aristokrasi’nin Batılı toplumlardaki fonksiyonunu şimdi, yüksek burjuvaziye mensup işadamları üstlenmiş bulunuyor; ne var ki bu sınıf da, diğerleri gibi henüz teşekkül safhasında bulunduğu için sağlıklı bir terkibe ulaşmaktan uzaktır.


Evet, bugünü anlamak için düne farklı gözlerle bakıp, yeni dikkatlerde yoğunlaşmamız gerekiyor. Bugünün çatışmalarının bir de arka planı var çünkü.