Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Eğer Cumhuriyetimizin kurulu-şunda bir "askeri vesayet" vakıası mevcutsa -ki mevcut-, bu fiili gerçeği veri kabul ederek ilişkileri sağlıklı bir diyaloga, muhatabını anlama kararlılığından yola çıkmış bir fikir alışverişi üslubu inşa etmeye ihtiyaç var.

Birkaç Afrika, Uzakdoğu ve Güney Amerika ülkesi dışında ordunun siyaset üzerinde ağırlığını hâlâ hissettirdiği ülke kalmadı; o istisnai ülkelerde bile yüksek rütbeli ordu mensuplarının Türkiye"de olduğu kadar sıkça politik demeçler verdiğini, görev alanı dışındaki konularda görüş bildirdiğini duymuyoruz; bu durumun basiret sahibi çevrelerde üzüntü ve endişe doğurduğunu da biliyoruz. Zira mûtad dışı her politik çıkışında ordu ya açık tartışmaların nesnesi haline geliyor, ya da kamuoyu ile paylaşılmayan fiskos ve dedikodulara malzeme teşkil ediyor ve her hâl ü kârda ordu, gündelik lâf tüketiminin önemli kaynaklarından birisi gibi görünüyor.

Algının psikolojik boyutu ihmal edilmemeli

Ordu, Türkiye"de rejimin gidişatından endişe duyuyor ve vaktiyle çıkarılmış kanunlardan aldığı yetkileri geniş bir yoruma tâbi tutarak rejimin yörüngesinde sapma hissettiği an muhtelif derecede tepki vermekten çekinmiyor. Bana göre asıl problem, ordunun olup bitenleri algılama şeklindedir. Bizlerin sıradan, önemsiz bulduğumuz bazı ayrıntılar, ordunun yüksek katlarında son derece vahim bir tehdit gibi anlaşılıyor. Bu yorum farklılığında, birbirinden kesin hatlarla ayrılmış iki farklı eğitim biçimi ve hayat tarzının tesirini görmezden gelemeyiz. Ordu kendi mensuplarını mümkün olduğu mertebe gündelik hayattan uzak tutmak eğilimdedir: Lise seviyesinden itibaren ordu, ihtiyaç duyduğu elemanları kendi eğitim kurumlarında yetiştiriyor. Bu okullara öğrenci kabul ederken son derece sert kriterlere başvurarak ayrıntılı soruşturmalarda bulunuyor; okulların müfredatı ve eğitim kadrosu yine ordu mensupları tarafından belirleniyor. Okul safhası bitip göreve atandıklarında bu defa lojman-kışla parkurunda sürüp giden yıllar başlıyor. Ordu, kendi mensuplarını özel bir yargı sistemi içinde tutuyor ve temyiz safhasındaki itirazlar bile sivil hayattaki benzerlerine eş askeri yüksek mahkemeler tarafından karara bağlanıyor. Garnizon bünyesi içindeki orduevi, alış-veriş pazarları, berber, kundura boyacısı gibi unsurlar da göz önünde tutulduğunda bir ordu mensubunun neredeyse toplumdan yalıtılmış bir hayat sürdüğü ortaya çıkar. Askeri hizmetin tabiatındaki özellik, böyle bir tecrit hayatını gerekli kılıyor; bu anlaşılabilir bir şey.

Sivil toplum paşaları

Buna mukabil ülke yönetiminin anayasa gereğince sivil kadrolar tarafından yürütülmesi gerekiyor. Siviller, eğitim tarzı ve hayat görüşleri itibariyle askeri mantığı anlamakta zorlanıyorlar ve haklı olarak Batılı demokrasilerde olduğu gibi askeri konular haricinde ordu mensuplarının politik işlere karışmasından tedirgin oluyorlar. Türkiye"de sıkça rastlanan garâbetlerden birisi, sivil politikacıların bu tedirginliği açıkça ifade etmekte zorlanmalarıdır. Bir yüksek ordu yetkilisi politikaya müdahale anlamı taşıyan bir açıklama yaptığında meselenin muhatabı durumundaki siviller genellikle, "Saygıyla karşılıyoruz, ordu mensupları da bu milletin evladıdır. Mühim konularda onların da fikir beyan etmesi kadar tabii bir şey olamaz" benzeri sözlerle konudan sıyrılma eğilimi gösteriyorlar. Bu noktada basın dünyası "sivil siyaset"e yeterince destek vermiyor: "Falan komutandan şok açıklamalar", "Ordu yumruğunu masaya vurdu", "Paşalar tedirginliğini gizlemiyor" veya son günlerde gördüğümüz üzre, "Genç subaylar rahatsız" türünden manşetlerde müdahaleyi onaylayan, hatta teşvik eden ve meşrulaştıran bir tutum gösteriyorlar. Bu gibi hallerde destek korosuna sivil toplum kuruluşlarının da katılması, "elbette konuşacaklar; iktidar da ayağını denk alsın!" yollu destek beyanlarında bulunmasıyla ordu mensupları, doğru ve gerekli bir ikaz yaptıkları intibaını edinerek vicdanen huzur duyuyorlar. Dünyanın her yerinde sivil siyaset kurumlarına destek veren "sivil toplum kuruluşları"nın Türkiye"de tam tersine bir duruş sergilemesi, dikkate değer bir aykırılıktır.

Her yanlışın tashihi tarihe bırakılmamalı

Ordu mensupları, bu gibi hallerde kendilerine yöneltilen cılız eleştirileri genellikle "ordu düşmanlığı, antimiliter cereyanlar" veya düpedüz "bölücü, yıkıcı ve irticai akım mensuplarının karın gurultusu" gibi değerlendirmeyi tercih ediyorlar. Bu algı biçimi, ordunun mantığını bükülmez ve yanılmaz bir karaktere büründürüyor. Oysa ki dünyanın en itibarlı think tank kuruluşları da dahil olmak üzere içtihadında yanılmaz ve bükülmez bir "ratio"nun mevcut olamayacağını kimse hatırlatmıyor. Kaldı ki, yakın tarihte şahidi olduğumuz askeri müdahalelerden mühimce bir kısmının eksik ve hatalı algıdan doğan değerlendirme yanlışlarına dayandığını sadece tarih değil, o günlerde muvazzaf sıfatla görev yapan emekli generaller de itiraf edebiliyorlar.

Ordunun alternatifi olmaz; öyleyse...

Demokrasilerde bütün meşru güçler, birbirini dengelemek üzere kamu düzeni içinde yerlerini paylaşırlar ama bizim demokrasimizde orduyu dengeleyecek bir güç bulunmuyor; aslında bu cümlede, durumun garipliğinden doğan esaslı bir mantık hatası var, zira ordular demokrasilerde egemenliği bizzat kullanan anayasal bir güç olarak tarif edilmezler. Ordular "yürütme" erkine bağlı olarak görev yaparlar. Yürütme gücü, yargı ve yasama tarafından dengelenir, yani demokrasi denkleminde ordu yer almaz; onun içindir ki, kamu, yani bütün toplum adına silah taşıma ve kullanma yetkisiyle donatılmış ordu, kendi gücünü denkleme koymasın niyetiyle bütün demokratik rejimlerde yürütme gücüne bağlı olarak çalışır. Kağıt üstünde bizde de öyledir. Ordu, başbakana, hükümete ve bakanlar kuruluna bağlı olarak görev yapmaktadır ama aynı ordu, geçmişte olduğu gibi darbe yapmaya, yani amirlerini devirmeğe karar verdiğinde, bizzat ordunun emir-komuta zinciri haricinde hiçbir güç onu niyetinden alıkoyamıyor.

Yeni bir "Üç tarz-ı siyaset"

Böylece ordu, batılı demokrasilerdeki ordunun yerinden çok farklı olarak anayasada öngörülmemiş ve sadece kendisi tarafından denetlenebilen bir güç kullanma hakkını -uygun gördüğü an ve yerde- kullanıyor. Bu gücün tasarrufunda son derece titiz ve dikkatli davranmak lüzumu açıktır. Yukarıda izaha çalıştığım üzre ordu ile eşit şartlarda fikir alışverişi yapılabilecek bir platform, maalesef mevcut bulunmuyor. Bu tip siyasi beyanlar karşısında ne düşünüyor olursanız olunuz, tercihleriniz sınırlı kalıyor:

1- Kayıtsız şartsız destekleyebilirsiniz; bu karakterde bir destek, orduyu eninde sonunda yanlış davranmaya itecektir ve yakın tarihimizde misali oldukça fazladır.

2- Susacaksınız; konuşulması gereken yerde susmak sıhhat alâmeti sayılmaz. İltihabı yoğunlaştırır ve düşmanlık tavrını keskinleştirir.

3- Veya doğruya doğru, eğriye eğri diyebilmek cesaretini göstereceksiniz; peşinen belirtmeli ki sizi yanlış anlamaya, niyetinizi çarpıtmaya ve en olmadık yorumlara taşımaya kararlı çevreler, tespit ettiğiniz doğruları "yağcılık", yanlışları ise "ordu düşmanlığı" diye nitelemeye hazır beklemektedir. O zaman üçüncü şıkkı hiç düşünmeden kenara itecek, ilk iki ihtimal üzerine yoğunlaşacaksınız; her iki ihtimal de neticede riyâya götürecektir sizi.

Bir tesbit; bir teklif

Öyleyse ordu ve toplum ilişkilerinde yeni iletişim kanallarına ihtiyaç var. Eğer Cumhuriyetimizin kuruluşunda bir "askeri vesayet" vakıası mevcutsa -ki mevcut-, bu fiili gerçeği veri kabul ederek ilişkileri sağlıklı bir diyaloga, muhatabını anlama kararlılığından yola çıkmış bir fikir alışverişi üslubu inşa etmeye ihtiyaç var. Bu derece yoğun önyargıların titizlikle muhafaza edildiği iletişim iklimi, iletişimin bizatihi kendisini sabote eder. İşte bu gerekçelerle kendi vatanperverliğini asla tartışma nesnesi haline getirmeye rıza göstermeyen birisi olarak, vatanperverliğinden asla şüphe etmediğim ordu mensuplarının, savunmasını ve zaman zaman yönetimini fiilen üstlendiği toplumla yeni iletişim kanalları açması zaruretine dikkat çekmek istiyorum.