Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Siyasi hayatımızda ordunun müdahaleci rolü, zannedildiğinden daha eskidir: Osmanlı Devleti'nin en güçlü ve muzaffer olduğu Fatih Sultan Mehmet devrinde bile Yeniçeri Ocağı, padişaha baskı yapan, iktidar savaşlarında taraf olmaktan çekinmeyen ve gerektiğinde iktidarı değiştiren bir rol oynamaya başlamıştı; dolayısıyla ordunun siyasi işlere müdahalesini modern zamanlarla başlatmak çok isabetli bir yaklaşım değildir. Nitekim Yeniçeri Ocağı'nın topyekûn lağvı ile problem çözülmemiş, tam aksine askerî birliklerde standardizasyona gidilip, ordunun teşkilatlanması Batılı benzerleri örnek alınarak düzenlendikten sonra problem devam etmiştir: Kuleli Vakası, Sultan Abdülaziz'in tahttan indirilmesi ve hemen akabinde şüpheli intiharı, II. Meşrutiyet'in III. Ordu'ya bağlı bazı birlikler tarafından hızlandırılması, 31 Mart Hadisesi, Babıali baskını gibi olayların bir ucunda disiplinsiz ve esnaflaşmış Yeniçeri Ocağı değil, modern Batılı usullere göre eğitilmiş ve teşkilatlandırılmış Osmanlı ordusu bulunmaktaydı.

Bu noktada önemle hatırlatmak gerekir ki askerlerin siyasete karışma merakı, bize mahsus değildir; dünyanın her yerinde toplum adına silah taşıma hakkını kullanan örgütler, gücü doğrudan kullanmak ve yönlendirmek arzusu göstermişlerdir, zira silah, dünyanın her yerinde anlaşılan bir lisanı temsil eder. XX. yüzyılın ikinci yarısından sonra bu eğilimin Batı demokrasilerinde azalmış gibi görünmesi, olgunun ortadan kalktığını göstermez; Batı demokrasilerinde ordunun sistem içindeki yeri sancılı ve uzun gelişmelerden sonra belirlenmiş ve taraflar nice politik ve sosyal çatışmadan sonra rollerine rıza göstermişlerdir; işlerin aksadığında askerlerin siyasi hayatta yeniden nasıl etkili olabileceğini ise, iki büyük dünya savaşı arasındaki süreçte zaten görmüştük.

Cumhuriyet döneminde Ordu'nun en uzun suskunluk dönemi Tek Parti yıllarına tesadüf ediyor; bu suskunlukta M. Kemal Atatürk'ün şahsi karizmasının, siyasi basiretinin ve bizzat ordu mensubu olmasının büyük tesiri vardır. Atatürk, yaşadığı sürede genelkurmay başkanı Mareşal Fevzi Çakmak'ı daima görevde tutmuş ve Çakmak vasıtasıyla orduyu etkili bir tarzda kontrol etmişti. Tek Partili yıllarda ordunun sistem içindeki yeri hiç tartışma gündemine gelmedi ve getirilmedi. Ordunun şefleri ile devletin muktedirleri arasında bir ihtilaf yaşanmadı, zira zaten içiçe geçmiş bir durum sergiliyorlardı. 27 Mayıs Darbesi, uzun bir aralıktan sonra ordunun siyasete doğrudan müdahale ettiği talihsiz bir dönemin başlangıcıdır ve bu tarihten sonra sivillerin yönetim işlerini beceremediği, kendi başlarına bırakıldıklarında ihanete kadar varan gafletler gösterdiği yaygın ve zalim bir retorik olarak tekrarlanmıştır. Bu kanaati desteklemek için ordunun sadece devletin değil, siyasi sistemin, hatta laik hayat tarzının korunmasıyla görevli olduğu ileriye sürülmüştür. Ordunun yeni görev konsepti, bürokrasi, basın ve üniversite tarafından onaylanınca, ordu Türkiye'de bir siyasi aktör olarak ağırlıklı bir rol üstlenmiştir. O yüzden ordu yönetimindeki generallerin beyanları Türkiye'de büyük tesir yaratmakta, mesajlardaki kelimeler ve imalar geniş yorumlara tabi tutulmakta ve bu durum siyasi hayatı derinden etkilemektedir.

Bu hal, demokratik nizamın teamüllerine aykırıdır. Batılı liberal demokrasilerde ordu, yürütme uzvuna (yani hükümete) bağlıdır; siyasi bir aktör olarak partilerin, parlamentonun ve baskı gruplarının muhatabı olmaz; bu demokrasilerde güç paylaşımı tamamlanmış ve roller kesinlikle tayin edilmiştir. Bizde ise ordunun sistem içindeki yeri, abartılı yorumlara imkan veren bazı kanun hükümleri sebebiyle liberal demokrasilere göre hayli muğlaktır zira Cumhuriyet döneminin son iki anayasası, askerî darbelerin ardından tasarlandığı için sistem içinde ordunun ağırlıklı yeri, demokratik dengeler aleyhine muhafaza edilmiştir.

Ordunun Türkiye'de siyasi rejim ve sistem üzerinde bu derece etkili olmasında Türk toplumunun ordusuna karşı beslediği derin sempatinin tesirini görmemek mümkün değildir. Türkler, tarihî sebeplerden ötürü ordularına büyük güven duyarlar ve orduyu devletin ayrılmaz bir cüzü sayarlar. Bu yüzden Türkiye'de askerlik görevi, Batılı demokrasilere tercüme edilmesi hayli güç bir yorumla, yarı kutsal bir nitelik kazanmış, halk inancında ordu "peygamber ocağı" kabul edilmiştir.

Ne var ki 27 Mayıs 1960 tarihinde başlayan müdahaleler sürecinde ordu, millî iradenin sandıkta yanlış tecelli edebildiği yolunda incitici eylemlerde bulundukça, ordunun toplum nazarındaki itibarında da azalma eğilimi güçlenmeye başladı. Bu eğilimler, yıl içinde Güneydoğu bölgesinde meydana gelen olaylarda şehid olan askerlerin ve güvenlik görevlilerinin cenaze törenlerinde münferit tepkiler şeklinde basın organlarına aksediyor. Daha önceleri, "iki evladım daha var, onların da şehadetini görmek en büyük dileğimdir; vatan sağolsun" sözleriyle evlat acısını bastırmaya çalışan aileler, bugünlerde "vatan sağolsun diyemeyeceğim" cümlesini telaffuz edebiliyorlar. Şehit cenazelerinde daha önce insanların aklından bile geçmeyen tepkiler seslendiriliyor.

Bu tepkileri birkaç başlık altında yorumlamak mümkündür; bunlardan ilki ve belki en mühimi, kamuoyunun Güneydoğu'da, PKK'nın şahsında ayrılıkçı teröre karşı yürütülen askerî mücadele stratejisi hakkında, eskisi gibi sarsılmaz bir güven duymadığı şeklinde izah edilebilir; insanlar 20 seneden beri neredeyse kolordu çapında desteklendiği halde bölücülere karşı hâlâ etkili bir sonuç alınamamış olunmasını zihinlerinde yargılamaktadır. Başbakan'ın geçenlerde bir toplantıda "artık şehit cenazesi haberi duymak istemiyoruz" yollu yakınmalara "Askerlik her halde yan gelip yatma yeri değil. Hepimiz askerlik yapıyoruz. Terör bir beladır. Güvenlik mücadelesi sürerken şüphesiz zaman zaman şehitlerimiz oluyor, olacaktır ama bunu istismar edenler oluyor. Ben, sorumluluk mevkiinde olan bir insan olarak bu gerçeği sizinle paylaşmaya mecburum." şeklinde sert bir cevap verme ihtiyacı duyması önemli bir gelişmedir ve tepkilerin kaale alınacak derecede önemsendiğini gösterir.

Görünen odur ki, ordunun devlet sistemi içindeki ayrıcalıklı ve yarı kudsi mevkii, önümüzdeki süreçte daha çok dikkat çekecek, yorumlanacak ve irdelenecektir. Bu gelişmeleri tehlike işareti saymanın sağlıksız bir tepki olduğunu düşünüyorum. Demokratik siyaset kültürünü hazmetmiş topluluklar, kesin inançlar dışında herşeyin içini açıp bakmayı, yönetim süreçlerinde şeffaflık aramayı, bütün yönetim süreçlerinde eleştiri haklarını kullanmayı bilen toplumlardır. Batı demokrasilerinde asker-sivil siyaset dengesi kendiliğinden oluşmadı; uzun uzadıya tafsil edilmesi gereken toplumsal ve siyasi çatışmalardan sonra kendi vâdisini buldu. Temennimiz, aynı acıları ve çatışmaları yaşamadan denge ve itidal noktasına varmakta herkesin basiret göstermesidir.