Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Okumak istediği halde bir kitaba başlayınca hemen dikkati dağılıp canı sıkılanlara tavsiye edile-bilecek en iyi şey, işe "Hâtırat" türü eserlerle başlamaktır. Hâtıra okurken bir başkasının hayatını kendi gözünden seyreder gibi oluruz ve yazarının ağzından anlatılan hikâyeye kapılıp gittikçe farkına bile varmadan ne çok şey öğrendiğimizi farkederiz.

Evet, hâtıra kitapları "sübjektif"tir; hiç kimseden kendini anlatırken bir fotoğraf makinesi gibi sâdık ve yansız olmasını bekleyemeyiz. Hâtıra kitapları böyle bir toleransla okunduğu vakit daha bir güzelleşirler.

Hagop Mintzuri"nin "İstanbul Anıları" isimli kitabını, ikinci baskısını bundan neredeyse on sene evvel yapmış olmasına rağmen yeni keşfetmiş olmanın heyecanı içindeyim. Şüphesiz bir kitap, okuyan herkeste aynı lezzeti ve hükmü doğurmaz; Cemil Meriç, "kitapları dolduran senin gönlün" derken bu ayrıntıyı kasdediyordu herhalde. Hagop Mintzuri, Erzincan"ın Kuruçay nahiyesine bağlı Küçük Armudan (bugün Ilıç sınırları içinde kalıyor) köyündendir; 1886"da doğmuş, 1978"de ölmüştür. Erzincan"ın güneybatısında kalan Ilıç, Kemaliye, Divriği ve Arapkir mıntıkası, insan malzemesinin zenginliği kadar gurbetçiliği ile tanınmış dikkat çekici bir yöredir. Kendi ifadesine bakarak Mintzuri"nin, daha on yaşlarında iken 1897"de İstanbul"da fırıncılık yapan babasının yanına geldiğini öğreniyoruz; daha o yaşta komşu esnafların borç senetlerini bizzat düzenlediğine bakılırsa Agop"un, okuma-yazmayı ve Türkçe kitâbet (yazı) dilini köyünde ve hayli esaslı bir hocadan öğrendiği anlaşılıyor. Babasının fırınında tablacılık (dağıtıcılık) yaparken tahsiline devam eden Agop, Ortaköy semtindeki "Ecole Française"de tahsiline üçüncü sınıftan devama başlar. Fransızca ve Ermenicesi"ni geliştirir. Zekidir, çalışkandır, dayanıklı ve kavrayışlıdır. birkaç sene sonra babası, bugünkü Beşiktaş semtinin Barbaros abidesinin yerinde bulunan fırını bırakıp Rumelihisarı"nda bir başka fırın kiralayınca Agop da hemen Hisar üstündeki Robert Kolej"e kaydolur. 1906"da, köyde yaşayan ailesi tarafından nişanlandığını (görücü usulü yani!) duyunca memleketine döner ve 1914"e kadar kış mevsiminde köy okulunda öğretmenlik yaparak, yaz aylarında ise tarla ve bağ işlerinde tam bir köylü gibi çalışarak yaşar; evlenir ve dört çocuğu olur. Kendi ifadesiyle şehir hayatından hoşlanmamakta, köyde toprakla uğraşmayı, bir köylü gibi yaşamayı ve öğretmenlik yapmayı tercih etmektedir. Ne var ki 1914 yılı, Agop"un hayatında mühim bir dönüm noktası teşkil edecektir.

Agob"un bademcikleri azmasaydı!..

O gün Agop sıcakta çalışıp bunalmış ve ırmak kıyısındaki tabii yunak yerlerinden birine girerek serinledikten sonra bademciklerinin şiştiğini farketmiştir. "Yazın böyle olursa kışın kim bilir nasıl azar?" diye düşünerek tedavi ettirmek için İstanbul"a gitmeye karar verir. O devrin şartlarında Erzincan"dan İstanbul, Trabzon limanı üzerinden deniz yolu da dahil 11 gün çekmektedir. Eşi ve annesi karşı çıksa da "hemen dönerim" niyetiyle, o esnada istanbul"a giden hemşehrileri ile beraber yola koyulur. İstanbul"da Bahçekapı"da Doktor Uncuyan"a gider; doktor hemen bademciklerini alarak işi bitirir. Bir an evvel köyüne dönmek arzusuyla Bahçekapı"dan Galata rıhtımına adeta koşarak on dakikada gider ama Trabzon vapuru birkaç dakika önce kalkmıştır ve uğurlamaya gidenler henüz dağılmaktadırlar. İkinci vapuru beklerken aniden seferberlik ilan edilir. Agop da silah altına alınarak, Askeri Fırınlar İdaresi (Tahiniye) bünyesinde ekmekçi asker olarak vatani hizmete başlar. Gerisini yazarın dilinden dinleyelim:

"1915 yılı nisan ayında İstanbul"daki Anadolulu Ermenilerin tehciri başladı. Ben zaten askerdim. Mayıs ayında memleketten mektup gelmedi. İki kez cevaplı telgraf çekildi, cevaplanmadı. Üçüncüsünde "Burada değiller, bilinmeyen bir yere yollandılar" diye cevaplandı. Dedem seksen, annem ellibeş, çocuklarım altı, dört, iki ve bir, karım yirmidokuz yaşında. Bunlar nasıl yürüdüler? (...) Gahmıhlı bir tanıdığın getirdiği habere göre Ermeni"leri 4 Haziran"da köyden çıkarmışlar. Demişti ki, evlerinin kapılarını, kilise kapısı gibi öpmüş ve ayrılmışlar. Evinizde sizden birisi ölse, siz de birlikte ölmez misiniz? (...) Aklına getirme, kov aklından!.. Ne yediler, nerede yattılar, düşünme!.. Ben ölmeyip bu 1977 Eylülü"ne kadar yaşamımı bir "yirmibeş dakika", evet yirmibeş dakikalık gecikmeye borçluyum.

....

Zor yıllarda İstanbul"daydım; İstanbul"u sevmedim ama İstanbul beni kurtardı. Daha sonra nereye gidebilirdim? Ev yok, insan yok... Burada bir "rehine" oldum ve bugüne kadar yaşadım."

Bir coğrafyanın bütün mücevherlerini

biraraya getiren taç

Mintzuri"nin hâtıralarında uzun kopukluklar var; kitabına "İstanbul Anıları" ismini vermesi kopuklukları izah ediyor aslında ama insan daha fazlasını merak ediyor. Kitabın girişindeki takdim yazılarından yazarın hayli velûd olduğunu, Türkçe"de üç kitabının daha yayınlandığını öğreniyoruz.

Gençlik yıllarını kaplayan on senenin (1896-1906) İstanbul"u, aslında bizim pek az bildiğimiz bir başka İstanbul"u bağrında gizlemektedir. Mintzuri"nin yaşadığı Beşiktaş, Ortaköy, Rumelihisarı bölgesine mahsus gözlemlerden yola çıkarak İstanbul"un o günlerde, bugüne oranla çok daha renkli ve kozmopolit tabakalar ihtiva ettiğini farkediyoruz. Mesela Mintzuri, Erzincanlı bir Ermeni delikanlısının bütün dünyasını doldurabilen bir "Ermeni İstanbulu"ndan söz ediyor; mektepleri, ticarethaneleri, zengini, yoksulu, esnafı, akrabaları, sanatkârı, kilise ve manastırları, çeşmeleri ile Türk İstanbul"un hemen yanıbaşında, onunla içiçe ama ondan ayrı yaşayan bir Ermeni İstanbul"u. Ve İstanbul"un sadece iki boyuttan ibaret olmadığını öğrenmek şaşırtıyor bizi. Sadece Mintzuri"nin çocuk nazarıyla gözlediği ve yaşadığı İstanbul"un etnik renkleri bile nefes kesecek kadar zengindir: Arnavut kasap, Makedonyalı Manav, Arap devriye, Karamanlı Rum ciğerci, Ermeni fırıncı, Türk helvacı, Kürt hamal, İranlı eşekçi, Tunuslu fes satıcısı, Cezayirli esansçı, Sudanlı akağa, Yahudi işportacı, Katolik öğretmen ve neler neler. Anlıyoruz ki imparatorluğun başkentinde, Boğaz kıyılarına sıkışmış tenha semtlerinde bile Devlet-i Aliyye"nin bütün beşeri pırıltısı hissedilmektedir. Yıkıntısı bile ihtişamlı bir enkaz.

Hagop Mintzuri"nin yazdıklarını bugün biz, öteki tarafı temsil eden bir yabancı gözlemcinin intibaları gibi okuyoruz; kaybettiğimiz ama bilinmesi gereken bakış açısı odur ki, dünün hayatı bugünle mukayese edilmeyecek derecede farklı ve kendi dengelerini tesis etmiş bir ahenk taşıyordu. Şehir geleneklerinin köylüler, Osmanlı kültürünün ise farklı milletler, hasseten Ermeniler üzerinde bu derece etkili olması dikkat çekicidir. Nitekim Mintzuri"nin naklettiği ayrıntılarda, isimler haricinde Osmanlı, hatta İslâm âdâbına aykırı husus görülmemesi çok dikkat çekicidir.

Ermeni-Türk boğazlaşması kimin işine yaradı?

Ve hüzün tabii; bizim kuşak "millet-i sâdıka" kavramını kelime olarak bilir de fiiliyatından haberdar değildir. Birinci Dünya Harbi, sanki sadece Osmanlı toplumunu tuzla buz etmek için kışkırtılmış gibiydi ve bu harbin sonucunda Osmanlı cemiyetinin temel direğini teşkil eden iki mühim unsur ile kanlı-bıçaklı hale gelmemiz, "karşılıklı cehalet"le izah olunmayacak kadar feci sonuçlar doğurdu. Osmanlı imparatorluğu parçalandı ve emperyal vizyonumuz enkazın altında kaldı. Kendimizden başka her unsura karşı hızla yabancılaştık; bir adım sonrası ise kendimize yabancılaşmaktı.

Bu vesileyle şu "mâhut" soykırım iddialarına bir başka açıdan yaklaşmayı deneyelim. İz"an ve vicdân şunu emreder ki 1915 senesinde Doğu Anadolu"da olup bitenler, Osmanlı devleti"ni tarihe gömmekten başka hiçbir hedefe yönelmiş olamaz ve bu kanlı hadiseler, tarihin en büyük provokasyonlarından birisi olsa gerektir. Müslümanların toplum ahlâkını bile benimseyecek derecede yerli kültürel özellikler gösteren Ermeni milleti ile boğaz boğaza gelmemizi gerektiren tarihi veya sosyal bir sebep bulmak imkânsızdır. Bu mesele artık "hakikat"ten ziyade global siyasetin emrine girmiş bir çıban kabuğu haline geldi; isteyenin tırnakladığında hemen kanayıveren bir yara. Osmanlı Türkleri, Ermeni milletinin teşkil ettiği nitelikli nüfusun kaybıyla ağır yara aldı; esasen üç-dört sene önce Balkanların kaybıyla Osmanlı Devleti, nüfus kalitesi açısından ölümcül derecede zaafa uğramıştı. Tehcir"e sebep olan hadiseler dizisi hiç yaşanmamış olsaydı, Cumhuriyet yıllarında Türk sanayileşmesinin hangi boyutlara gelebileceği hiç tartışılmamış bir meseledir meselâ.

Ormana değil ağaca bakıyoruz; I. Dünya Harbi"nin en mühim sonucu, Ortadoğu coğrafyasında mânevi planda İslâm hilâfetinin, maddi plânda Osmanlı siyasi varlığının tarihi tasfiyeye uğraması idi; bu sonuca ulaşmak için savaşın planlayıcıları her nevinden kaybı göze aldılar ve maksat hâsıl oldu. Geriye kalan toplu mezarlar, hüzün ve trajedi. O yıllarda Türkiye"de kaç Agob"un ve Mehmed"in ve Hristaki"nin benzer trajediler yaşadığını asla bilemeyeceğiz. Bize düşen, bu insanlık hüznünün önünde saygıyla eğilmektir şimdi.

...

Sözünü ettiğim kitabın tam künyesi şöyledir: Hagop Mintzuri, İstanbul Anıları (1897-1940), Çeviren; Silva Kuyumcuyan, Notlarla basıma hazırlayan: Necdet Sakaoğlu, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, (2. baskı) İstanbul, 1994.