Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

“Parayla imanın kimde olduğu belli olmaz” diye bir lâf var; atasözü müdür bilmiyorum. Bu tür lâfların özelliği, sanki matah ve yanılmaz bir mahkeme hükmü imiş gibi üst değer tesis etmesidir. İsabetli olup olmadığı pek düşünülmez. Başka kültürlerde bu değer yargısının benzeri olup olmadığını da bilmiyorum; kestirebildiğim tek şey parayla imanın ateşle barut gibi tehlikeli bir ikili meydana getirdiği.

İkilinin beraberliği akıl karıştırıyor, ayrıştığı, birbirine uzak durduğu zamanları ise daha kolay anlayabiliyoruz: Mağdur ve yoksulken iman üzre bulunmanın analizi nisbeten kolay; sabırla sebebe tevessül ederseniz krizi göğüsleyebilirsiniz. Problem para ve dolayısıyla gücün bir iman üssünde bir araya gelmesiyle başlıyor.

“Müslüman olmanın en çetrefil imtihanı bu mudur?” sorgulamasına girişmeden önce vehim doğurabilecek bir önkabulü düzeltmek iyi olacak. “İman sahibi olmak kolay, asıl zorluk iman ehlinin varsıl iken göğüsleyeceği çetinliklerdir” demeye getirmiyorum; varsıllığın iman ehlini zorlaması, para ve gücün mutlak bozucu tabiatından değil muhtemelen “imanın ne idüğü” hakkında yeterince emek sarf edilmemesinden kaynaklanıyor. E, insaf yahu, iman da emek ister, hem de fevkalade emek! Fukara ve mağdur iken insanların imânî noktada kendini net ve rahat hissetmesi yanıltıcı olabilir; köy evliyasının şehre indiğinde itminan ve kararlılığını kaybediverdiği kıssa, kıssa olmanın ötesinde bir gerçekliğe atıfta bulunuyor.

Mahrum ve mağdurluk yıllarında, “Nevbet sırası bize geldiğinde ne güzel idare ederiz memleketi” varsayımıyla yıllarca teselli bulduk. “Nitekim nevbet erdi bize” ve iman üssümüz, kararlılık ve saffet dengesini kaybediverdi. Ânında sıradanlaşıverdik ve bir iman üssü teşkil ediyor olmamızın hiçbir faikıyyeti kalmadı. Lâyıkıyla anlaşılabilmesi için sosyal bilimleri gerekli kılan bütün olgular, sırayla iman üssüne meydan okudular ve kem-küm’den başka cevap almadılar. Bozgunu tek kelimeyle anlatmak mümkün: Âdil olamadık. Siyaset bilimi, teolojiyi tuşa getirdi. Siyaset bilimi toplumdaki güç ilişkilerini tahlil ve tarif etmeye çalışır, ilâhiyat ise kabaca “Hakk’ın rızası nerede, nasıl tecelli eder?” sorusuna cevap arar.

Mağlubiyet kaçınılmaz mıdır? Asla! Kimliğinin aslî unsurunu “Müslüman olmak” diye tarif eden bir heyetin, insanları adl ü ihsân üzre yönetip hoş tutması elbette mümkün. Mesele şurada, doğru pratik yok denecek kadar kıt. Bu kıtlıktan da biz sorumluyuz. Devr-i Saadet başta olmak üzre ilk iki halifenin âdil yönetimlerine sonraki asırlarda ekleyecek iftihar tabloları, uzun filmlerden ziyade kısacık video klipleri kadar kısa ve nâdirdir. Popülist tarihçi yaklaşımın abartılı tasvirleri vahim tabloyu kurtarmıyor. Müslümanlar, iktidarda oldukları yıllarda ilâhiyatın verilerini değil, siyaset biliminin icaplarını kollamak durumunda kaldılar. Yapılacak şey çok basit ve çok zordu: Müslüman ahlâkını kamu hizmetinde üst değer tutmak ve gereğini yerine getirmek.

Toynbee’nin tabiriyle iktidara gelmek, orada tutunmak ve iktidarı devam ettirmek gibi zorlu meydan okuyuşlara (Challenge), Kitap’tan istinbât edilmiş esaslarla sağlıklı cevaplar veremedi Müslüman yöneticilerimiz. Daha basit bir ifadeyle siyasette hızla sıradanlaştılar; eller nasıl yapıyorsa, öyle davrandılar. Sıradan siyasetçi değil, bir kahraman gibi davranmaları gerekiyordu oysaki... Dünya nimetleri onlara tatlı göründü; iktidarda kalmayı en büyük erdem ve başarı sandılar. “Emrolundukları gibi dosdoğru” davranmadılar. İfa ettikleri kamu işleri esnasında cam bir fanusun içinde yaşıyor gibi şeffaf kalamadılar. Kibirlendiler, hırslarına mağlup düştüler, kabalaştılar, güce tamah ettiler; yaralı vicdanlarını uyuşturmak için kendilerine “Sizin ilahi bir misyonunuz var; ufak tefek yol kazalarını dert etmeyin; çokluğun menfaati için azlığın zarara uğramasının kitapta yeri vardır” diye yaklaşan fetva eminlerine itibar ettiler. Helâle haram karıştırdılar ve daha kötüsü “bu dahi helâldir, kapı gibi fetvası var” diye dinin lugatini tahrife yeltendiler.

Ve sadece kendilerini değil, sonraki kuşakların da adam gibi siyaset yapma ihtimâllerini ketmettiler; asıl vebâlleri budur!