Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Beşir Ayvazoğlu ile çok müştereğimiz var; hemşehriyiz, aynı kuşaktanız, dünya görüşlerimiz beraber, eşyâya bakışımız benzer, hemen hemen aynı yıl içinde evlendik,

çocuklarımız bile aynı yaşta, aynı meslekle iştigal ediyoruz, annelerimiz "ihvan bacısı", beslendiğimiz kültür kaynakları ortak, eşlerimiz öğretmen ve hepsinden önemlisi yıllardan beri dost ve arkadaşız; öyle ki ana—baba bir çoğu kardeşte bile bu kadar müşterek bulmak zordur.

Geçenlerde postadan bir kitap çıktı: Üstünde "Peyâmi" yazıyordu ve eser Beşir Ayvazoğlu'na aitti. Duygulanarak, iftihar ederek, biraz da imrenerek açtım kitabı. Nice yıldan beri Beşir'in bu büyük proje için emek verdiğini, kaynak topladığını, kütüphane tozu yuttuğunu ve daracık çalışma odasında aile âhenginden "koparılmış" saatler boyunca çalıştığını yakından biliyordum. Esasen kitabın bazı fasıllarını, Türk Edebiyatı dergisinde daha önce neşretmişti ama onca zahmet ve dikkati iki cilt arasında okuyucunun takdir ve alâkasına sunulmuş halde görmek beni heyecanlandırdı.

Biyografi yazarlığı, edebiyatımızda pek iltifat görmeyen bir meşgale. Bir Midhat Cemal, bir Şevket Süreyya, bir Ahmed Hamdi'nin yanında zikredebileceğimiz biyografi yazarı bulmakta sıkıntı çekiyoruz. Biyografi yazmak müşkül iştir; bir araştırmacının sabır, azim ve dikkati, bir tarihçinin kişi ve hâdiseleri "tartmakta" göstermesi gereken ustalık ve en sonunda eserine —hissettirmeden— edebî lezzet ve sürükleyicilik rayihâsını katabilecek bir te'lif kudreti gerektirir. İftiharla belirtmeliyim ki Beşir Ayvazoğlu, bu tarz üzre eser vermeye devam ettiği takdirde —ki inşâallah—, bir zaman sonra şairliğinden ziyâde biyografi kaleme almaktaki ustalık ve mütebahhiresi ile anılacaktır.

"Peyâmi" bir roman gibi sürükleyici ve bir tarih etüdü kadar aslına sâdık kalmak hususunda titiz bir çalışma olmuş. Onca iş arasında bu kabil kalıcı ve mânidar eserler verebildiği için Beşir'e gıbta ediyorum. Onun vaktiyle akademik kariyer vâdisine girmemiş olması, akademik dünyamız için bir kayıp sayılmalıdır ama "ilim âlemi"miz için asla; çünkü Beşir Ayvazoğlu, yıllardan beri hemen her çalışmasıyla ilmî literatüre kıymetli eserler kazandırıyor.

Fazla söze gerek yok; Peyâmî, "Beşir Ayvazoğlu tarafından kaleme alınmıştır" gibi bir kalite bandrolüyle çıkıyor okuyucunun huzuruna!

Tebrikler Beşir; beni imrendirdin; darısı daha nice eserlere inşâallah!

Hep mazlumdan yanayız; futbolda bile...

16.Dünya Futbol Şampiyonasıyla "zenginin malı, züğürdün çenesi" mesafesinden ilgilendiğimiz bir gerçek; Ayyıldızlı onbirimizin 32 takım arasına giremediği bu büyük yarışmada bir kere daha "seyirci", bir kere daha "kahve döğenin hınk deyicisi"yiz.

Ekranda cicili—bicili formalarıyla iki iyi futbol takımı karşı karşıya gelmiş; evde maç seyretmenin asgari şartları mevcut (televizyonun bulunduğu oda dikkat dağıtıcı unsurlardan, yani fıtraten futbola ilgi duymayan kadın ve gürültücü çocuklardan tecrîd edilmiş, ekrana gün ışığı düşüren pencereler perdelenmiş, mutfağa çay "sipariş" edilmiş, koltuk rahat, yayın kusursuz) fakat futbol seyircisi olmanın en mühim lâzımesi eksik: Futbol seyircileri bilir, illâ bir takımı desteklemeli ki, 90 dakikalık itiş—kakış boyunca sizi hâdiseye bağlayacak mânevî, sempatik bir sebep bulunsun.

İtalya—Şili karşı karşıya; kimi tutacağız?

El cevap: Şili. Niçin Şili? Şili ile hiçbir komşuluk bağımız, tarihi geçmişimiz, alıp—vereceğimiz yok, hattâ Türk seyircisinin % 80'i Şili'nin hangi Okyanusa kıyısı olduğunu bile bilmez. Niçin İtalya yerine Şili'yi tutuyoruz sahi?

Norveç, Fas'a karşı; siz bu maçı seyrederken kimi tutardınız? Cevabı beklemiyorum bile: Banko Fas! Niçin?

Kamerun—Avusturya; tutacağımız takım Kamerun!

Tek tek saymaya gerek yok, "tutacağımız" takımı, sırayla şu kriterlere göre belirlediğimizi rahatlıkla iddia edebiliriz: Evvelâ, iki takımdan biri İslâm ülkesi ise diğerinin hiç şansı yok. İkinci olarak "continental" bir klasman yaptığımız söylenebilir. Bir Avrupa takımı ile karşı karşıya gelen Asya, Afrika, "Güney ve Orta" Amerika takımı peşinen "bizim takım" haline geliyor. İki Avrupa takımı birbiriyle eşleşmişse, biz daha az gelişmiş olanını seçiyoruz. Hattâ biri beyaz, diğeri renkli (colored) takımdan, "beyaz olmayanı" destekliyoruz. Peki, İngiltere ile İskoçya rakip olursa ne yapacağız? Cevabı kolay: Tabii ki İskoçya'yı tutacağız, çünkü İskoçlar İngilizlerden pek hoşlanmayan, "kafa tutan" bir millet; kezâ Galler, İrlanda da öyle.

Bir de "bizimkiler"in oynadığı takımlar var; yani Türkiye'de top oynayan Nijeryalı, Romen, Güney Afrikalı, Danimarkalı futbolcuların varlığı da tavrımızı belirliyor ama pek o kadar değil; meselâ Romanya ile Tunus'un maçı olsa "aman bizimkiler kazansın" diye Romanya'yı tutacak hâlimiz yok; banko Tunus tabii ki!

Hâdiseye tersinden bakalım; İngiltere'yi —rakibi kim olursa olsun— hangimiz kalpten destekleriz ki? Hele Ermeni meselesine çanak tutan politik tavrından sonra Fransa'nın Türkiye'de taraftar bulması mümkün mü? Kezâ Hollanda, Belçika, Almanya da peşinen muhalif olduğumuz ekipler.

Ekran karşısında takım seçerken bu işi düşündüm ve hissettim ki dünya çoktandır kabaca ikiye bölünmüş: Bir tarafta gelişmiş ülkeler var; çoğu Avrupalı, yakın tarihinde sömürgecilik sâbıkası bulunan, şöyle veya böyle İslâm topluluklarına silâh çekmiş ve galebe etmiş ülkeler. Diğer tarafta gelişmemiş, sanayileşmenin ve tarihin kenarında kalmış, yenilmiş, mezâlime uğramış mazlum memleketler yer alıyor ve biz kendimizi hep mazlumdan, fukaradan, yenilikten, zayıftan yana hissediyoruz. Hemen belirtmeli ki bizim bu tavrımız "modernleşme" ile, "sanayileşme" ile başlamış bir tavır değil; XVI. Yüzyılın süper gücü olduğumuz yıllardan, hatta ondan çok daha öncesinden beri Türk'ün tercihi hep aynı.

Bizi biraz da bu genetik tercihimiz târif etmiyor mu?