Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Haber gazetelere aksetmedi; "ertesi gün Türkiye birbirine girer bu haberin şiddetinden" diye düşündüm ama bırakın manşet çekmeyi, iç sayfaların eteğinden bile gören bir editör bile çıkmadı.

Pes yani, AB'ye öyle bir kilitlendik ki etrafımızı bile göremez haldeyiz.

Neyse, ben çıtlatayım bâri; geçen hafta Başbakan, katıldığı 2. Tarım Şûrası esnasında neredeyse herkesin birbirine sıra ile plaket vermeğe kalkıştığını görünce "nedir bu rezillik, birbirimize plaket alıp vermekten hükümet işlerine zaman ayıramaz hale geldik" diye şikayetlenmişti. Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener de bunun üzerine derâkab kamuya dair işlerde plaket yasağı getirmek için bir genelge yayınlanacağını söyledi. Sizin haberiniz yok tabii bu durumlardan. Araştırmacı bir yazarın diğerlerinden farkı budur işte. Televizyonda kulağıma çalınan bu haberin ne muazzam bir dönüşümü işaretlediğini fark ettiğim için meseleyi derinliğine ele almaya karar verdim.

Plaket bir "belge"dir arkadaşlar; her şeyden önce plaket, günün mânâ ve ehemmiyetini vurgulaması bakımından bir vesika kıymeti taşır. Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü'nün işin bu boyutundan haberdar olduğundan pek emin değilim; meselâ kamu görevlilerinin alıp verdiği plaketlerin bir dökümü yapılmış mıdır; bu önemli vesikalar modern arşivcilik esaslarına göre korunup tasnif edilerek saklanmakta mıdır?

Tahminen söylüyorum ve moda tabirle atıyorum: Hayır!

Hatırlar mısınız, vaktiyle 12 Eylül'ün Kenan Paşası, Cumhurbaşkanlığı görevi sona erip de Marmaris'teki yazlığına çekilmek iktizâ ettiğinde Çankaya Köşkü'nden ayrılırken siyasi danışmanlarının nice bin zahmetle kolilere koyup kırmızı kurdale ile bantlanan bir kısım eşyaları görüp, "Nedir bunlar, dalgaya düşüp köşkün demirbaşlarını da götürmeyelim arkadaşlar?" diye pimpiriklenince görevliler ellerini uğuşturarak, "Ne münasebet paşam, bunlar tamamen şahsi malınız olup ananızın ak südü gibi helâl ve zâti bir eşyadır; yani size takdim olunan plaketlerdir" demişlerdi de Kenan Paşa celâllenmiş, "Marmaris'teki köşk nohut oda bakla sofa bir şey; ben bu kadar ıvır-zıvırı nereye koyacakmışım netekim!" diyerek topluca icabına bakılmasını emretmişti. Ne var ki bu muazzam tarihî kayıtları imha etmenin sorumluluğundan ürken görevliler kendi aralarında fiskos ederek, "şu anda pek sinirli, ihtimâl yarın bu kararından cayar; biz yine de kamyona koyup Marmaris'e gönderelim" ihtiyatkârlığını göstermişler, aynı kolileri bu defa Marmaris'te tekrar karşısında bulan Kenan Paşa, "yine mi bu teneke sürüsü yau; tiz doldurun şunları bir çatanaya; kâffesini Yunan askeri gibi denize döksem gerektir" diyerek o caanım plaketleri Marmaris açıklarında deryânın yedi kat dibine göndermişti.

İhtiva ettikleri yağ oranının yüksekliği hesaba katılınca o yüzlerce plaketin denizin dibini boylamak yerine bilahire su yüzeyine çıktığı tahmin olunursa da Kenan Paşa yapacağını yapmış ve 12 eylül hadisesi'nin en mühim arşivini ortadan kaldırmıştı. Bu işe evvelemirde plaketçi esnafı'nın ve bizatihi o plaketleri reisicumhura sunanların bozulması gerekirken o cihetlerden hiç ses çıkmaması, bil'akis o günlerde yeni yeni "day durmakta" olan çevreci çevrelerin, "Haddini bil paşam, denizin dibi Sultanbeyli çöplüğü müdür ki eline geçen ıvır-zıvırı atıyorsun" diye horozlanması da bir başka garâbet nümûnesidir.

İmdi Başbakan'ın "plaketi kamudan kaldıralım" demesiyle plaketin yasaklanacağını sanmam; bizde devlet gelenekleri, gelip-geçici politikacıların höt-zötünden daha kalıcı bir yapıya sahiptir. Nitekim Başbakan yardımcısı'nın hemen oracıkta, "ben bir genelge hazırlatırım efendim; siz böyle ufak işlerle canınızı sıkmayınız" makamından araya girmesi, "Osmanlı'nın yasağı üç gün sürer" vecizesini doğrular nitelikte bir gelişmedir.

Plaketsiz olmaz arkadaşlar, bunu bilelim bir kere! Başbakan'a ancak şu nokta-i nazardan hak vermem mümkün; efendim, bu mânâlı geleneğin toptan kaldırılması yerine plaketlerin pirinç levha üzerine kazılması ve kadifeden kutulara konulması usûlünün tebdil olunması düşünülebilir. Meselâ bizzat ben kendim olarak şööle bir bakayorum da kütüphane raflarında tozlanmakta olan zâtî plaketlerimin "dönüşüm kabiliyeti" son derece yetersiz. Bir pirinç plakadan ne olur? Hiçbir şey; "sarı" fiyatına hurdacıya satsanız üste para isterler. Cicili bicili kutuların kadifesini söktürüp bir rob de şambır diktirmeye kalkışsanız değmez. Kutular yakılabilir ama çoğu kavak ağacından mâmul olduğu için yansa da ısıtmaz.

Eee, n'apacağız o zaman? Basit!

Anahtar kavram, plaketlerin dönüşüm kabiliyeti! Ne kasdediyoruz arkadaşlar bu garip isim tamlaması ile; şunu kasdediyoruz: Bundan böyle kamuda veya sivil alanlarda verilen ve alınan plaketler, tenekeden pirinçten imâl olunmak yerine börek, pasta, tatlı, baklava, çörek olarak tasarlanmalıdır. Düşünün, otomobil tekerleği gibi iri bir çörek, üstünde okunur harflerle "memlekete yaptığı hizmetlerden ötürü sayın başbakanımıza minnetlerimizi sunarız" yazısı bulunmakta. Başbakan "plaket"i alır, resimler çekilir ve "plaket" istenirse hemen orada, olmazsa özel konutta parçalanmak suretiyle bir güzeel yenir ve "dönüştürülmüş" olur! Bir fincan kahvenin bile kırk sene hatırlandığı memlekette o caanım börek tepsileri, yani plaketler kim bilir nasıl hayra geçer!

Olmaz demeyin, bende akıl çok; bir kilo gül lokumu, yarım kilo limon akidesi, bir tepsi güllâç da olur. Yeter ki dönüştürülebilsin efendim!

Bu akıllarım da kamuya bir armağan olsun!